I. YARGILAMA SÜRECİ
Davacı İstemi
Davacı vekili dava dilekçesinde; müvekkilinin davalı işyerinde 18.03.2005 tarihinden itibaren çalışmaya başladığını, 18.03.2005 tarihinden itibaren çalışmasının Kuruma bildirildiğini, 12.08.2005 tarihinde iş kazası geçirerek gözünden yaralandığını, Kurum tarafından sürekli iş göremezlik derecesinin %38,2 olarak belirlendiğini ve aylık bağlandığını, müvekkili tarafından iş kazasının tespiti amacıyla açılan davanın konusuz kaldığını, verilen kararın temyiz incelemesinde olduğunu, kaza nedeniyle sol gözünü tamamen kaybettiğinden davacının iş bulmakta zorlandığını ve uzun süre işsiz kaldığını, göz kaybı nedeniyle yüzünde değişiklikler olduğunu, büyük sıkıntılar yaşadığını ileri sürerek fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla 1.000,00 TL maddi ve 30.000,00 TL manevi tazminatın kaza tarihinden itibaren işleyecek faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiş, 30.11.2015 tarihli ıslah dilekçesi ile fazlaya ilişkin haklar saklı kalmak kaydıyla maddi tazminat talebini 54.181,15 TL’ye yükseltmiştir.
Davalı Cevabı
Davalılar vekili cevap dilekçesinde; davacının müvekkili ...’ye ait tavuk çiftliğinde kısa bir süre çalıştığını, davacının kendi kusuru ve iş dışı hayatıyla ilgili gerçekleşen olayın iş kazası olduğunu ileri sürmesinin iyiniyetli olmadığını belirterek davanın reddini savunmuştur.
Mahkemenin Kararı
Afyonkarahisar İş Mahkemesinin 23.12.2015 tarihli ve 2013/580 Esas, 2015/531 Karar sayılı kararı ile; iş kazasının meydana gelmesinde davacının %20, davalının ise %80 oranında kusurlu olduğu, bilirkişi hesap raporunda davacının maddi zararı 110.665,02 TL hesaplanmış ise de taleple bağlı kalınarak 54.181,15 TL maddi tazminat ile kaza tarihi, davacının kusur ve maluliyet oranı, duyulan acı ve ızdırabın derecesi, davacının ekonomik ve sosyal durumu, ekonomik koşullar gözetildiğinde 25.000,00 TL manevi tazminata hükmedilmesi gerektiği gerekçesiyle maddi tazminat yönünden davanın kabulü ile 54.181,15 TL maddi tazminatın kaza tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline, manevi tazminat yönünden ise davanın kısmen kabulü ile 25.000,00 TL manevi tazminatın kaza tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline, fazlaya ilişkin talebin reddine karar verilmiştir.
Özel Daire Bozma Kararı
Afyonkarahisar İş Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalılar vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
Yargıtay (Kapatılan) 21. Hukuk Dairesinin 18.09.2017 tarihli ve 2016/2523 Esas, 2017/6491 Karar sayılı kararı ile; “…1-Dosyadaki yazılara, toplanan delillere, hükmün dayandığı gerektirici nedenlere, temyiz edenin sıfatına, temyiz kapsamına ve sebeplerine göre; temyiz talebinde bulunan davalı şirket vekilinin sair temyiz itirazlarının reddine,
Dava, 12.08.2005 günü yaşanan iş kazası nedeniyle %38,2 oranında sürekli iş göremez kalan davacının 10.10.2013 tarihinde açtığı dava ile 1.000,00TL maddi, 30.000,00TL manevi zararlarının giderilmesi istemine ilişkindir.
Davacı taraf, 30.11.2015 tarihinde ıslah ile maddi tazminat talebini 54.181,15TL ye yükseltmiştir.
Uyuşmazlık, davaya konu tazminat isteminin ıslah edilen kısmının zamanaşımına uğrayıp uğramadığı hususundadır.
Dosyadaki evraka göre iş kazasının 12.08.2005 tarihinde meydana geldiği, davacı tarafın 30.11.2015 günlü ıslah dilekçesi ile maddi tazminat talebini artırdığı, davalı vekilinin 03.12.2015 tarihinde ıslah dilekçesini tebellüğ ettiği ve akabinde 07 Aralık 2015 havale tarihli dilekçesi ile ıslah talebine karşı zamanaşımı def'ine dayandığı anlaşılmaktadır.
Bu tür davalarda gerek yürürlükten kalkan 818 sayılı Borçlar Kanunu'nun 125. maddesi ve gerekse yürürlükteki 6098 sayılı Yasa'nın 146. maddesi gereğince uygulanması gereken zamanaşımı süresi 10 yıldır.
Hal böyle olunca, davalının usule uygun zamanaşımı def'i kapsamında, ıslah ile artırılan kısmı yönünden talebin reddedilmesi gerekirken, maddi tazminat talebinin tümüyle kabul edilmesi hatalıdır.
Mahkemece yukarıda açıklanan maddi ve hukuksal olgular dikkate alınmadan, yazılı şekilde hüküm kurması usule ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir.
O halde, davalı vekilinin bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul olunmalı ve hüküm bozulmalıdır…” gerekçesiyle karar bozulmuştur.
Direnme Kararı
Afyonkarahisar İş Mahkemesinin 20.04.2018 tarihli ve 2017/552 Esas, 2018/150 Karar sayılı kararı ile; Kurum tarafından iş göremezlik raporunun kazadan yaklaşık 6 yıl geçtikten sonra düzenlendiği, haksız fiilin unsurlarından olan zararın tespitinde sürekli iş göremezlik oranının belirlenmesinin önem taşıdığı, sürekli iş göremezlik oranının %38,2 olarak tespitine ilişkin Kurum işleminin zamanaşımının başlangıcı yönünden önem arz ettiği, ayrıca iş kazasının tespitinin iş kazasından kaynaklanan tazminat davalarında ön koşul olduğu, davacının zamanaşımını kesmek amacıyla iş kazası tespiti istemiyle ayrı bir dava da açtığı gözetildiğinde eldeki davanın zamanaşımına uğradığının kabul edilemeyeceği gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme Kararının Temyizi
Direnme kararı süresi içinde davalılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.
II. UYUŞMAZLIK
Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; somut olayda 12.08.2005 tarihinde meydana gelen iş kazası nedeniyle maddi ve manevi tazminat talebinde bulunan davacının zararı hangi tarihte öğrendiğinin kabulü gerektiği buradan varılacak sonuca göre 30.11.2015 tarihli ıslah dilekçesiyle talep edilen maddi tazminat yönünden zamanaşımının gerçekleşip gerçekleşmediği noktasında toplanmaktadır.
III. GEREKÇE
Öncelikle uyuşmazlıkla ilgili kavram ve yasal düzenlemeler üzerinde durulmalıdır.
Hizmet akdi, mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun (818 sayılı Kanun) 313 üncü maddesinin birinci fıkrasında “Hizmet akdi, bir mukaveledir ki onunla işçi, muayyen veya gayri muayyen bir zamanda hizmet görmeyi ve iş sahibi dahi ona bir ücret vermeği taahhüt eder.” şeklinde tanımlanmıştır. Bu tanımda sadece hizmet ve ücret unsurları belirgin iken, 4857 sayılı İş Kanunu’nda (4857 sayılı Kanun) daha önce Anayasa Mahkemesi ve öğretinin de kabul ettiği gibi “bağımlılık” unsuruna da yer verilmiş olup 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun (6098 sayılı Kanun) 393 üncü maddesinin birinci fıkrasında ise hizmet sözleşmesi “işçinin işverene bağımlı olarak belirli veya belirli olmayan süreyle işgörmeyi, işverenin de ona zamana ve yapılan işe göre ücret ödemeyi üstlendiği sözleşme” olarak tanımlanmıştır.
Bu hâliyle denilebilir ki, hizmet sözleşmesi bir yanda işçinin iş görme borcunu, öte yanda işverenin ücret ödeme borcunu ihtiva eden, taraflardan her birinin öteki tarafın edimine karşı borç yüklendiği, iki taraflı bir sözleşmedir.
Hizmet sözleşmesinden kaynaklanan iş ilişkisi işçi yönünden işverene içten bağlılık (sadakat borcu), işveren yönünden işçiyi korumak ve gözetmek borcu şeklinde ortaya çıkar. Gerçekten işçi, işverenin işi ve işyeri ile ilgili çıkarlarını korumak, çıkarlarına zarar verebilecek davranışlardan kaçınmak, buna karşı işveren de işçinin kişiliğine saygı göstermek, işçiyi korumak, işyeri tehlikelerinden zarar görmemesi için iş sağlığı ve güvenliği önlemlerini almak, işçinin özlük hakları ve diğer maddi çıkarlarının gerektirdiği uygun bildirimlerde ve davranışlarda bulunmak, işçinin çıkarına aykırı davranışlardan kaçınmakla yükümlüdür. İşveren gözetme borcu gereği çalıştırdığı işçileri işyerinde meydana gelen tehlikelerden korumak, onların yaşam, bedensel ve ruhsal sağlık bütünlüklerini korumak için iş yerinde teknik ve tıbbi önlemler dâhil olmak üzere bilimsel ve teknolojik gelişmelerin gerekli kıldığı tüm önlemleri almak zorundadır.
İş kazasının gerçekleştiği tarihte yürürlükte olan 818 sayılı Kanun’un 332 nci maddesinde; "İş sahibi, aktin özel hâlleri ve işin mahiyeti noktasından hakkaniyet dairesinde kendisinden istenebileceği derecede çalışmak dolayısıyla maruz kaldığı tehlikelere karşı icap eden tedbirleri ittihaza ve münasip ve sıhhi çalışma mahalleri ile işçi ile birlikte ikamet etmekte ise sıhhi yatacak bir yer tedarikine mecburdur.
İş sahibinin yukarıdaki fıkra hükmüne aykırı hareketi neticesinde işçinin ölmesi hâlinde onun yardımından mahrum kalanların bu yüzden uğradıkları zararlara karşı isteyebilecekleri tazminat dahi akde aykırı hareketten doğan tazminat davaları hakkındaki hükümlere tabi olur." düzenlemesine yer verilmiş, 4857 sayılı Kanun’un "İşverenlerin ve işçilerin yükümlülükleri" kenar başlıklı 77 nci maddesinin birinci fıkrasında da benzer bir düzenlemeye yer verilmiştir. Buna göre, işverenler işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü önlemi almak, araç ve gereçleri noksansız bulundurmak, işçiler de iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınan her türlü önleme uymakla yükümlüdürler.
Mevzuatta bulunan bir kısım boşluklar kanun koyucu tarafından 30.06.2012 yürürlük tarihli ve 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu (6331 sayılı Kanun) ile doldurulmaya çalışılmıştır. 6331 sayılı Kanun'un 37 nci maddesiyle 4857 sayılı Kanun'un 77 ve devamı bir kısım maddeler yürürlükten kaldırılarak iş sağlığı ve güvenliği konusunda yeni düzenlemeler getirilmiştir. 6331 sayılı Kanun ile işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması ve mevcut sağlık ve güvenlik şartlarının iyileştirilmesi için işveren ve çalışanların görev, yetki, sorumluluk, hak ve yükümlülüklerinin düzenlemesi amaçlanmıştır.
Bunun yanında 6331 sayılı Kanun’a paralel olarak 818 sayılı Kanun’un 332 nci maddesi gelişen teknoloji ve diğer veriler gözetilerek revize edilmiş ve 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Kanun'un maddesinde bu doğrultuda hükümlere yer verilmiştir. Bu madde; “İşveren, hizmet ilişkisinde işçinin kişiliğini korumak ve saygı göstermek ve işyerinde dürüstlük ilkelerine uygun bir düzeni sağlamakla, özellikle işçilerin psikolojik ve cinsel tacize uğramamaları ve bu tür tacizlere uğramış olanların daha fazla zarar görmemeleri için gerekli önlemleri almakla yükümlüdür.
İşveren, işyerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü önlemi almak, araç ve gereçleri noksansız bulundurmak; işçiler de iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınan her türlü önleme uymakla yükümlüdür.
İşverenin yukarıdaki hükümler dâhil, kanuna ve sözleşmeye aykırı davranışı nedeniyle işçinin ölümü, vücut bütünlüğünün zedelenmesi veya kişilik haklarının ihlaline bağlı zararların tazmini, sözleşmeye aykırılıktan doğan sorumluluk hükümlerine tabidir.” şeklinde düzenlenmiştir.
Mülga Borçlar Kanunu’nun 332 nci maddesinin karşılığı olarak çağdaş bir yaklaşımla düzenlenen 6098 sayılı Kanun’un 417 nci maddesinin ikinci fıkrasında yer alan hüküm ile 4857 sayılı Kanun'un mülga 77/1 inci maddesiyle bütünlük sağlandığı gibi üçüncü fıkrasındaki düzenlemesi ile de hizmet sözleşmesinden kaynaklanan sorumluluğun hukuki niteliği konusunda tartışmalar sona erdirilmiş, sözleşmeye aykırılıktan kaynaklanan ölüme ve vücut bütünlüğünün zedelenmesine veya kişilik haklarının ihlâline bağlı zararların tazmininde sözleşmeden doğan sorumluluk hükümlerinin uygulanacağı öngörülmüştür. İşverenin gözetme borcu iş sözleşmesinden kaynaklandığından işçi, iş kazasından doğan vücut bütünlüğünün zedelenmesi nedeniyle açacağı maddi ve manevi tazminat davasında sözleşmeden doğan sorumluluk hükümlerine (6098 sayılı Kanun 112 ve 417) dayanabilecektir. Öte yandan işverenin bu davranışı, kişi varlıklarını doğrudan korumayı amaçlayan (iş sağlığı ve güvenliğine ilişkin) emredici kuralların kusurlu bir davranışla ihlâli niteliğinde olup aynı zamanda haksız fiil oluşturur. Bu nedenle işçilerin iş kazasından kaynaklanan tazminat taleplerinde sözleşmeden doğan ile haksız fiilden doğan dava hakları yarışır. İşçinin ölümü veya vücut bütünlüğünün zedelenmesi hâli sözleşmeye aykırılık doğuracak olmakla birlikte bu durum aynı zamanda bir haksız fiilin unsurunu da oluşturur (Kemal Oğuzman, İş Kazası veya Meslek Hastalığından Doğan Zararlardan İşverenin Sorumluluğu, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, C. 34, S. 1-4, 1968, s. 339). İşçi zararının tazmini için sözleşmeye aykırılık veya haksız fiil hükümlerine dayanmakta serbesttir.
Sonuç itibariyle denilebilir ki, iş kazasında işverenin hizmet sözleşmesinden doğan işçiyi gözetme borcuna aykırı davranması söz konusu olduğundan iş kazasından kaynaklanan tazminat davalarında sözleşmeye aykırılığa dayalı sorumluluk hükümlerinin uygulanması mümkündür.
Öte yandan özel hukukta teknik bir kavram olan zamanaşımı alacak hakkının belli bir süre kullanılmaması yüzünden dava edilebilme niteliğinden yoksun kalmasını ifade etmekte olup sonucu alacak hakkına son verme değil onu eksik borç hâline getirme olarak ortaya çıkmaktadır. Zamanaşımına ilişkin düzenlemelerin temelinde iddia edilen alacağın aradan uzun zaman geçmiş olmasına rağmen kullanılmaması karşısında borçlunun oldukça uzak geçmişte kalan bir borçtan doğabilecek ihtilaflara karşı korunması, kendi alacağına karşı uzun süre kayıtsız kalan kimsenin bu hakkının artık korunmaya layık olmadığını kabul etmiş sayılması yatmaktadır.
İş kazalarında işverenin sorumluluğu sözleşmeye aykırılığa dayandığından 6098 sayılı Kanun’un 146-161 inci (818 sayılı Kanun’un 125-140) maddelerinde düzenlenen zamanaşımı hükümlerinin uygulanması gerekmektedir.
Nitekim 818 sayılı Kanun’un 125 inci maddesine göre “Bu kanunda başka suretle hüküm mevcut olmadığı takdirde her dava on senelik müruru zamana tabidir”. Yine 6098 sayılı Kanun’un 146 ncı maddesinde benzer bir düzenleme ile, “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, her alacak on yıllık zamanaşımına tabidir.” hükmü yer almaktadır. Kanun koyucu hem 818 sayılı Kanun’un 125 inci maddesi hem de 6098 sayılı Kanun’un 146 ncı maddesi ile alacak haklarının tabi olacağı genel zamanaşımı süresini düzenlemiş olup aksine bir yasal düzenleme olmayan hâllerde on yıllık sürenin uygulanması gerektiği açıktır. İş kazası hâlinde de zamanaşımı süresine yönelik ayrı bir düzenleme bulunmadığından 6098 sayılı Kanun’un 146 ncı (818 sayılı Kanun md. 125) maddesine göre on yıllık zamanaşımı süresi uygulanacaktır.
Türk Borçlar Kanunu’nun 149 uncu maddesi (818 sayılı Kanun md. 128) uyarınca ise zamanaşımı, alacağın muaccel olmasıyla işlemeye başlar. Muacceliyet, bir borç ilişkisinde alacaklının edimi isteyebileceği ve borçlunun da bu isteme uyarak edimi ifa etmekle yükümlü olduğu anı belirler. Bir başka deyişle söz konusu anda borç ifa kabiliyeti kazanır ve alacaklı yine o anda edimi kabul etmekle yükümlü olur. Bir alacağın ya da borcun muaccel olması, ilke olarak edimin ifası için öngörülmüş bulunan vadenin dolmasıyla gerçekleşir.
Gelinen bu noktada iş kazasından kaynaklanan tazminat talepleri yönünden zamanaşımının hangi tarih itibariyle başlayacağının belirlenmesi gerekmekte olup bu hususun tespitinde, zarar ve zararın öğrenilme tarihinin önemi açıktır.
Zarar görenin zararı öğrenmesi demek, zararın varlığı, mahiyeti ve esaslı unsurları hakkında bir dava açılmasına ve davanın gerekçelerini göstermeye elverişli bütün hâl ve şartların öğrenilmiş olması demektir. Zararın öğrenilmesi, zarar verici olayın değil zararın varlığı, niteliği, unsurları ve kapsamının kesin olarak bilinmesi demektir. Zarar verici eylemin sonuçları ve zarar tam olarak ortaya çıkmadıkça zarar görenin zararı öğrendiğinden söz edilemez. HGK'nın 05.06.2002 tarihli ve 2002/4-470 Esas, 2002/477 Karar sayılı kararı da aynı yöndedir.
Hukuka aykırı bir eylem işlenilmesine karşın onun doğuracağı zarar henüz ortaya çıkmamış, zararın ortaya çıkması için eylem tarihinden itibaren bir takım etkenlerin gerçekleşmesi veya belli bir zamanın geçmesi gerekiyor ise, zararın bütün unsurlarıyla birlikte öğrenilmesi mümkün değildir. Oysa ki, zarar görenin mahkeme önünde ciddi bir dava açarak tazminat isteminde bulunabilmesi ve bu istemini objektif bir şekilde destekleyen, etkili gerekçelerini ortaya koyabilmesi için oluşan zararın niteliğini, kapsamını ve bütün unsurlarını öğrenmesi gerekir. Aksi hâlde doğal olarak zamanaşımı süresi de işlemeye başlamayacaktır.
Bazı hâllerde, gerek zararı doğuran eylem veya işlemin ne olduğu ve kim tarafından gerçekleştirildiği ve gerekse zararın kapsam ve miktarı aynı anda ve tam bir açıklıkla belirlenebilir. Böyle durumlarda, zarar görenin uğradığı zararın varlığını, zarar verenin kim olduğunu, kapsam ve miktarının neden ibaret bulunduğunu öğrendiği andan itibaren, zarar verenden bunun tazminini isteme hakkının doğacağı ve bu hakkına ilişkin yasal zamanaşımı süresinin de o tarihte başlayacağı açıktır.
Buna karşılık ortaya çıkan zarar, kendi özel yapısı içerisinde sonradan değişme eğilimi gösteriyor, zararı doğuran eylem veya işlemin doğurduğu sonuçlarda (zararın nitelik veya kapsamında) bir değişiklik ortaya çıkıyor ise artık "gelişen durum" ve dolayısıyla gelişen bu durumun zararın nitelik ve kapsamı üzerinde ortaya çıkardığı değişiklikler (zarardaki değişme) söz konusu olacaktır. Böyle hâllerde zararın kapsamını belirleyecek husus, gelişmekte olan bu durumdur ve bu gelişme sona ermedikçe zarar henüz tamamen gerçekleşmiş olmayacağı için zamanaşımı süresi bu gelişen durumun durduğunun veya ortadan kalktığının öğrenilmesiyle birlikte işlemeye başlayacaktır (HGK'nın 06.11.2002 tarihli ve 2002/4-882 Esas, 2002/874 Karar sayılı kararı).
Yeri gelmişken belirtilmelidir ki, Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulunun 27.05.2021 tarihli ve 159 sayılı kararı ile bedelsel zararlardan kaynaklanan tazminat davalarında zamanaşımı süresinin hangi tarihte işlemeye başlayacağı konusunda içtihatların birleştirilmesine gidilmiş ancak Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulunun 18.12.2023 tarihli ve 343 sayılı kararı ile her somut olayın niteliği ve olaya konu kazaya/zarara ilişkin düzenlenen tıbbi belgelerin özelliklerinin dikkate alınarak zamanaşımı başlangıç süresinin belirlendiği, bu belirlemeler yapılırken de bedensel zararın niteliği, illiyet bağı bulunmak koşuluyla değişim ve gelişim gösterip göstermediği, maluliyetin kesinleşip kesinleşmediği gibi hususların sonuca ulaşmada etkili olduğu, bedensel zararlarda zamanaşımı süresinin başlangıcı noktasında somut olayın niteliği ve zararın özelliğine göre değil de kişinin mahkemeye erişim hakkını kısıtlayacak ve her bir olay için aynı yönde geçerli olacak şekilde soyut ve genel bir kural içeren bir karar alınamayacağı, esasen bu tür uyuşmazlıklarda uyuşmazlığın niteliğine göre zararın baştan belirlenemediği ancak bir incelemeden sonra tam olarak tespiti mümkün olan tazminat taleplerinde etkin hukuki korunmanın sağlaması amacıyla 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 107 nci maddesinde düzenlenen belirsiz alacak davasına konu edilmesi ve bu düzenlemenin doğru, etkin ve yerinde uygulanılması durumunda ayrı bir düzenlemeye de gerek duyulmayacağı belirtilerek daha önce verilen 27.05.2021 tarihli ve 159 sayılı kararın kaldırılması ve içtihatları birleştirmeye gerek olmadığı yönünde karar verilmiştir.
Somut olayda 12.08.2005 tarihinde geçirdiği iş kazası neticesinde sol gözünden yaralanan davacının 1.000,00 TL maddi ve 30.000,00 TL manevi tazminat istemiyle 10.10.2013 tarihinde açtığı eldeki davada davacıya 03.09.2005 tarihi itibariyle sürekli iş göremezlik geliri bağlandığı, Sosyal Sigortalar Kurumu Teftiş Kurulu Başkanlığının 26.12.2006 tarihli raporu ile olayın iş kazası olduğu yönünde tespit yapıldığı, Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından 12.06.2011 tarihinde davacının sürekli iş göremezlik derecesinin (E) cetveline göre %38,2 olduğuna karar verildiği, öte yandan davacı tarafından Sosyal Güvenlik Kurumu ve Bilgeler Gıda Ltd. Şti. aleyhine 14.06.2011 tarihinde iş kazası ve iş göremezlik geliri bağlanması gerektiğinin tespiti istemiyle açılan davada iş kazası tespiti talebinin davacının hukuki menfaati olmadığından reddine, iş göremezlik geliri bağlanması gerektiğinin tespiti talebi konusuz kaldığından esası hakkında karar verilmesine yer olmadığına karar verildiği, bu kararın temyiz edilmesi üzerine Yargıtay (Kapatılan) 21. Hukuk Dairesince davalı şirketin davada husumetin bulunup bulunmadığı ve gerçek işverenin kim olduğu tespit edip davaya dâhil edilmesi ve davalı şirkete husumet yöneltilemeyeceğinin anlaşılması hâlinde ise davalı şirket yönünden husumet nedeniyle dava reddedilerek gerçek işveren yönünden davanın sonuçlandırılması gerektiği gerekçesiyle kararın bozulduğu, bozma ilamına uyularak yapılan yargılama sonucunda Afyonkarahisar İş Mahkemesinin 04.06.2014 tarihli ve 2014/58 Esas, 2014/383 Karar sayılı kararı ile gerçek işveren dava dışı ... olması nedeniyle davalı şirketin husumet ehliyetinin bulunmadığı, ayrıca Kurum tarafından davacıya sürekli iş göremezlik geliri bağlandığı ve iş kazası tespiti yapıldığından davacının bu davayı açmakta hukuki menfaati bulunmadığından usul ekonomisi yönünden gerçek işverenin davaya dâhil edilmediği gerekçesiyle davalı Kurum yönünden davanın hukuki yarar yokluğundan, davalı şirket yönünden husumet yokluğundan reddine dair verilen kararın taraflarca temyiz edilmeksizin 14.08.2014 tarihinde kesinleştiği, ayrıca davacı vekilinin maddi tazminat talebini 30.11.2015 tarihli ıslah dilekçesi ile fazlaya ilişkin haklar saklı kalmak kaydıyla 54.181,15 TL’ye yükselttiği, davalı vekilinin de ıslaha karşı süresinde zamanaşımı definde bulunduğu, Mahkemece %38,2 maluliyet oranı esas alınarak maddi zararın 110.665,02 TL olduğu tespit edilen 29.05.2015 tarihli bilirkişi raporu hükme esas alınmakla birlikte ıslah dilekçesiyle talep edilen miktarla bağlı kalınarak 54.181,15 TL maddi tazminatın hüküm altına alındığı anlaşılmıştır.
Yukarıda yapılan açıklamalar ile somut olaya ilişkin maddi ve hukuki olgular bir arada değerlendirildiğinde; davacının 12.08.2005 tarihinde geçirdiği iş kazası nedeniyle maluliyet oranı ilk kez Kurum tarafından 12.06.2011 tarihinde iş göremezlik derecesinin %38,2 olarak tespit edildiği, öte yandan davacı tarafından 14.06.2011 tarihinde iş kazasının ve iş göremezlik geliri bağlanması gerektiğinin tespiti istemiyle açılan davada Mahkemece davalı Kurum yönünden davanın hukuki yarar yokluğundan, davalı şirket yönünden husumet yokluğundan reddine dair verilen kararın taraflarca temyiz edilmeksizin 14.08.2014 tarihinde kesinleştiği gözetildiğinde zararın kapsamı yani zararlandırıcı olayın değil bedensel zararın niteliği ve unsurlarının öğrenildiği tarih dikkate alındığında ıslah dilekçesi ile talep edilen maddi tazminatın zamanaşımına uğradığından söz etmek mümkün değildir.
Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında zararın öğrenilmesinin onun kapsamının değil, varlığının öğrenilmesi anlamında olduğu, zararın varlığı, niteliği ve esaslı unsurları hakkında bir dava açmaya, o davayı ciddi ve objektif bir şekilde desteklemeye, gerekçelerini göstermeye elverişli yeterli hâl ve şartların öğrenilmesinin, zararın öğrenilmiş sayılması için yeterli olduğu, davacının zararı kaza tarihinde öğrendiğinin kabulü gerektiği, bu nedenle davacının zararı kaza tarihinde öğrendiğinin kabulü gerektiği, Özel Daire bozma kararının yerinde olduğu, bu nedenle direnme kararının bozulması gerektiği ile 29.05.2019 tarihli ve 2017/8 Esas, 2019/3 Karar sayılı içtihadı birleştirme kararında kısmi davada ıslah ile arttırılan miktarlar bakımından dava dilekçesindeki faiz talebine bağlı olarak faize hükmedileceğinin belirtildiği, bu içtihadı birleştirme kararının gerekçesinin yol gösterici olduğu, bu karara göre ıslah ek dava olmayıp dava dilekçesindeki miktarın düzeltilmesi mahiyetinde olduğu, bu nedenle zamanaşımının dava tarihinde ıslah ile arttırılan miktar için de kesildiğinin kabulü gerektiği, direnme kararının bu farklı değişik gerekçe ile doğru olduğu ileri sürülmüş ise de bu görüşler Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir.
Hâl böyle olunca direnme kararı usul ve yasaya uygundur.
Ne var ki Özel Dairece davalılar vekilinin sair temyiz itirazları incelenmediğinden bu yönde inceleme yapılmak üzere dosya Özel Daireye gönderilmelidir.
Diğer taraftan her ne kadar karar başlığında dava tarihinin 10.10.2013 yerine 01.11.2017 olarak yazılması maddi hata kabul edilmiş ise de işin esasına etkili görülmeyerek bozma nedeni yapılmamış, işaret etmekle yetinilmiştir.
IV. KARAR
Açıklanan sebeplerle;
Direnme uygun olup davalılar vekilinin sair temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın YARGITAY 10. HUKUK DAİRESİNE GÖNDERİLMESİNE,
05.2024 tarihinde oy çokluğuyla kesin olarak karar verildi.
K A R Ş I O Y
Değerli Çoğunlukla aramızdaki uyuşmazlık konusu; iş kazası sonucu yaralanan işçi tarafından fazlaya ilişkin hakları saklı tutulmak kaydıyla açılan tazminat davasında, ıslah edilen kısım bakımından zamanaşımının gerçekleşip gerçekleşmeyeceğine ilişkindir.
Dava açılmasının sonuçlarından en önemlisi; dava açılmasıyla birlikte zamanaşımının kesilmesidir (TBK md. 154/I-b. 2, TMK md. 714, 777/3). Kısmi veya belirsiz alacak şeklinde açılan bir davada; davacının gerçekte, biri fazlaya ilişkin hakkı saklı tutularak istediği bir miktar alacak, diğeri asıl alacak miktarının tespit edilmesi olmak üzere iki istemi söz konusudur. Dolayısıyla, bir davanın açılması ile birlikte bu istemlerin tümü açısından zamanaşımı kesilmiş olmaktadır.
Bununla birlikte; uyuşmazlığın ıslah hukuki müessesesi ile doğrudan ilgili olması nedeniyle, Yargıtayın ıslahla ilgili uygulamalarına göre, alacağın ıslah edilen kısmı bakımından zamanaşımı sorununun geçmişte ne şekilde çözülmeye çalışıldığına, uygulamanın hangi aşamalardan geçtiğine değinmekte yarar vardır.
Bilindiği üzere, yürürlükten kaldırılan 1086 sayılı HUMK’un 87 nci maddesinde; “... Müddei ıslah suretiyle müddeabihi tezyit edemez” hükmü yer almaktaydı. Bu yasaklama nedeniyle fazlaya ilişkin haklar saklı tutulmak kaydıyla açılan davanın yargılaması sırasında davacının tazminat veya alacak tutarının belirlenmesi hâlinde ancak ek dava açılmak suretiyle alacağın fazla olan kısmı istenebilmekteydi. Böyle bir durumda, doğal olarak ek dava ile talep edilen kısmın zamanaşımına uğraması ve zamanaşımı def’i ile karşılaşılması hâlinde, ek davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmekteydi. Bu düzenleme Anayasa Mahkemesinin 20.07.1999 tarih, 1999/1 Esas, 1999/33 Karar sayılı kararıyla iptal edilmişti. İptalden sonra ek dava yerine kısmi ıslah suretiyle müddeabih artırılarak uygulamaya devam edildi. Ne var ki ıslah ile arttırılan kısım bakımından sanki ortada bir ek dava varmış gibi zamanaşımı yönünden de iptal öncesi eski uygulamaya devam edilmiştir. Diğer bir anlatımla, “maddi tazminat isteğinin ıslah yolu ile artırılması yeni bir dava niteliğinde” olduğu kabul edilerek bu kez zamanaşımına ilişkin süreler yönünden ıslah tarihi esas alınmıştır (Örneğin; Yargıtay 4. H.D’nin, 09/10/2008 tarih, Esas: 2008/1009-Karar: 2008/11376, 14.12.2009 tarih, Esas: 2009/2469-Karar: 2009/14096 ve 07.03.2011 tarih, Esas: 2010/3617-Karar: 2011/2427 ... sayılı kararları).
Yargıtayca önceki uygulamaya devam edilmekle birlikte; bir süre, önceki uygulamalardan vazgeçildiği, alacağın ıslah ile arttırılması işleminin yeni bir dava niteliğinde olmadığı görüşü doğrultusunda, ıslah edilen kısım bakımından da asıl dava tarihi itibariyle zamanaşımının kesildiği kabul edilerek zamanaşımı savunmalarının (zamanaşımı def’ileri) ret edilmesi gerektiği yönünde kararlar verilmiştir (Örneğin; yine, Yargıtay 4. H.D’nin, 16.12.2014 tarih ve Esas, 2014/5780-Karar: 2014/17282, 13.05.2015 tarih, Esas: 2014/8157- Karar: 2015/6129 ... sayılı kararları). Ancak, hemen belirtmek gerekir ki daha sonra, “alacağın ıslah ile arttırılması işleminin yeni bir dava niteliğinde” olmadığına ilişkin görüşten vazgeçilip tekrar eski uygulamaya dönülerek alacağın ıslahla artırılan kısmı açısından zamanaşımının işlediği benimsemiştir (Örneğin; Yargıtay 4. H.D’nin, 13.06.2016 tarih, Esas: 2016/3774-Karar: 2016/7793 ve 14.06.2016 tarih, Esas: 2015/11319-Karar: 2016/7830 ... sayılı kararları).
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu uygulamasına gelindiğinde; bir çok kararda tam ıslah için ilk dava açılmakla alacağın tamamı için zamanaşımının kesildiği kabul edilirken aynı kararda kısmi ıslah bakımından zamanaşımının işlemeye devam edeceği belirtilmiştir (Örneğin, 16.03.2016 tarih, Esas, 2014/4-896 Karar 2016/332 ).
Görüldüğü üzere; ıslahla alacağın miktarının artırılmasına ilişkin konularda, Yargıtayca farklı uygulamalara gidildiği anlaşılmaktadır.
Islah ile ilgili uygulamalardan kısaca söz ettikten sonra, bu konuya ışık tutacağına ve uygulamaya yeni bir bakış açısı getirip yeni bir yön vereceğine inandığımız, 24.05.2019 tarih, Esas 2017/8 Karar 2019/3 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı’na (YİBK) değinmekte yarar vardır. Davacının, dava dilekçesinde faiz talep etmekle birlikte, ıslah dilekçesinde faiz istememesi nedeniyle ıslah edilen kısım için de faize hükmedilip hükmedilemeyeceği içtihadı birleştirmeye konu olmuş; sonuçta, “... Bir miktar para alacağının faizi ile birlikte tahsiline karar verilmesinin talep edildiği kısmî davada, dava konusu miktarın kısmî ıslahla faiz talebi belirtilmeksizin arttırılması hâlinde, arttırılan miktar bakımından dava dilekçesindeki faiz talebine bağlı olarak faize hükmedilecektir.” şeklinde içtihatların birleştirilmesine karar verilmiştir. Faizle ilgili olan bu karar, zamanaşımı konusuyla doğrudan ilgili değilse de içtihadı birleştirme kararları; konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı, kararda belirtilen gerekçeleriyle yol gösterici nitelik taşırlar.
Bu YİBK’nda açıkça; ıslahın yeni bir dava olmadığı, dava dilekçesinde bir miktar para alacağının faiziyle birlikte istenmesi hâlinde, ıslah dilekçesinde faize yer verilmemiş olsa bile ıslahla artırılan alacak miktarı yönünde de faize hükmedileceği kararlaştırılmıştır.
Diğer yandan, ıslah edilen kısım bakımından zamanaşımı meselesi Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru konusu olmuş Mahkeme kararlarında istikrarlı bir şekilde; “... Yukarıda yer verilen tespitler ışığında başvuruya konu olay değerlendirildiğinde başvurucunun ıslaha konu dava değerinin artırılan kısmı yönünden davanın zamanaşımından reddedilmesine ilişkin uygulamanın başvurucuya şahsi olarak aşırı bir külfet yüklediği, başvurucunun katlanmak zorunda kaldığı külfetin hedeflenen meşru amaçla karşılaştırıldığında orantısız olduğu, dolayısıyla müdahalenin ölçülü olmadığı sonucuna ulaşılmıştır.
... Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamındaki mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir” şeklinde kararlar vermiştir (12.07.2023 tarih, 2019/37411 Bireysel Başvuru ve 23.03.2023 tarih, 2019/430 Bireysel Başvuru).
Anayasa Mahkemesi yine 27.11.2019 tarih, 2016/9312 Bireysel Başvuru kararında da açıkça; “... Somut olayda destekten yoksun kalma tazminatının ıslahla artırılan kısmının dava zamanaşımı gerekçesiyle reddedilmesinin başvurucunun mahkemeye erişim hakkına yönelik bir müdahale teşkil ettiği açıktır.” demek suretiyle hak ihlâli kararı vermiştir.
Bu konu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) de taşınmış, Mahkeme, özetle; ek dava yoluyla ilk talebini arttırma hakkının olayın koşulları altında etkisiz bırakıldığını ve davacının bütün zararı bakımından tazminat talep edemediğini belirterek Sözleşmenin 6/1 inci maddesi gereği mahkemeye erişim hakkının ihlâl edildiğine karar vermiştir (Doğu/TÜRKİYE B.Baş.v. no:16312/10, 27.2021 trh.).
Adalete erişim hakkı en temel haklardandır. Temel hak ve hürriyetler ancak yasayla kısıtlanabilir.
Fazlaya ilişkin haklar saklı tutularak süresinde dava konusu edilen ve yargılamanın devamında alacak miktarının ıslahla artırılan kısmı için zamanaşımının geçtiğine yönelik bir yasal düzenleme de yoktur. TBK'nın 154/2 nci maddesi gereği dava açılmakla zamanaşımının kesileceği hüküm altına alınmıştır. Yukarıda bahsedilen İçtihadı Birleştirme Kararında da alacak miktarının artırılmasıyla ilgili kısmi ıslahın yeni bir dava olmadığı açıkça belirtilmiş olmasına göre artık ıslahla artırılan alacak miktarı için dava açılmakla birlikte zamanaşımının kesilmediğinden bahsedilemez.
Ayrıca ıslahın; “... Tarafların yaptıkları usul işlemlerinde düşebilecekleri yanlışlıkları düzeltmeye, bırakabilecekleri eksiklikleri tamamlamaya ve böylece adaletli karar verebilmesini sağlamaya yönelik bir yol” (Prof. Dr. Ejder Yılmaz, Islah, genişletilmiş 5. baskı, s. 48) olduğunu da unutmamak gerekir.
Yukarıda yapılan açıklamalar, Yargıtay, Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararları, ilgili mevzuat, ıslahın tanımına ilişkin akademik görüş hep birlikte değerlendirildiğinde aşağıdaki sonuçlara ulaşmak mümkündür.
Başlangıçta ıslah ile dava konusunun (müddeabihin) artırılması mümkün değilken, Anayasa Mahkemesinin iptal kararı ile mümkün hâle gelmiştir.
Islah, yeni veya ek bir dava değil usulü bir hatanın düzeltilmesi veya eksikliğin tamamlanmasıdır.
Islah ile arttırılan kısmın bir ek dava olmadığı YİBK ile kabul edilmiştir.
Islah edilen kısım bakımından zamanaşımının devam edeceğine ilişkin yasal bir düzenleme yoktur.
Tam ıslah yapılması hâlinde, yeni davanın zamanaşımına uğramayacağı kabul edilmişken kısmi ıslahta zamanaşımının kabul edilmesi izahı güç, çelişkili bir durumdur.
Islah edilen kısma ilişkin talebin zamanaşımına uğradığı gerekçesiyle reddedilmesi başta, Anayasanın 36 ncı ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6/1 inci maddesinde belirtilen hak arama hürriyetini engellemekte, sonuçta hak ihlâlleri doğmaktadır. Uygulamanın bu şekilde devam etmesi hâlinde de yeni hak ihlâllerinin doğması kaçınılmaz olacaktır.
Yukarıda açıklanan sebeplerle; kısmi ıslahın, ıslah edilen miktar bakımından yeni bir dava olmadığı dikkate alınarak asıl davanın açılmasıyla zamanaşımının tüm alacak (tazminat) bakımından kesildiğinin kabul edilmesi gerekir. Bu değişik gerekçeyle kararın onanması düşüncesinde olduğumuzdan, Sayın Çoğunluğun farklı gerekçeyle onama görüşüne katılmıyoruz.