Davacı (A) iki parça taşınmazını oğlu (S) ile torunu (B)’ye ölünceye kadar bakma şartıyla bağışlamıştır. Davacı oğlu (S)’nin Haziran 1975 de ölmüş bulunmasından ötürü adı geçenin mirasçılarını hasım gösterip "Ölüm" nedenine dayanmak ve öteki davalı (B) aleyhinde ise "Bakma Borcunu" yerine getirmediğini ileri sürmek suretiyle ölünceye kadar bakma sözleşmesinin "fesih" edilmesini istemiştir.
Yapılan bu açıklama gereksiz değildir. Davanın iki ayrı yönü ve nedeni olduğu halde mahkemece bunlar birbirinden ayırt edilmeden davacıya bakıldığından bahisle dava reddedilmiştir.
Uyuşmazlıkta, (S) mirasçılarına yöneltilen davada Borçlar Kanununun 518 inci maddesine dayanılmak ve (B)’nin hasım tutulduğu bölümde ise aynı Kanunun 517 inci maddesine istinat edilmek suretiyle iki ayrı yasal nedenle sözleşmenin feshi istenilmiştir.
Davacı sahip olduğu iki parça taşınmazın ½ payını oğlu (S)’ye ½ payını da torunu (B)’ye bakma şartıyla bağışlamıştır. Sözleşmede bağışlamanın her iki davalı tarafından "birlikte" yapılması yolunda bir kayıt mevcut değildir. Teselsül söz konusu olmadığına göre her iki akid tek başlarına davacıya karşı bakma yükümlülüğünü üstlerine almışlardır. Davacı, akitlerin her birinden bakma şartına riayet etmelerini ayrı ayrı isteyebilir.
1- Sözleşme gereğince davacıya karşı ölünceye kadar bakma yükümlülüğünü üstüne alan (S) öldüğüne göre davacı Borçlar Kanununun 518 inci maddesine dayanarak borçlunun mirasçılarından sözleşmenin feshini isteyebilir. Ölüm vaki olduğu takdirde alacaklı, ölen borçlu yerine mirasçılarının kendisine bakmalarını kabullenmek zorunda değildir. Ölünceye kadar bakma sözleşmesinde "Ölüm Hali" ayrı ve özel bir fesih nedenidir.
Borçlu (S) 1975 yılı Haziran ayında ölmüştür. Adı geçenin mirasçıları hakkındaki bu dava ise Eylül 1975 tarihinde açılmıştır. Ölümden sonra 1 yıl geçmeden fesih isteğiyle açılan davanın Borçlar Kanununun 518 inci maddesinde öngörülen biçimde incelenmesi gereklidir. Davanın (S) mirasçılarıyla ilgili bölümünün, 05/06/1957 gün ve 22 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca "borçlunun iflası halinde iflas masasından isteyebileceği miktara eşit olan bir paranın alacaklıya verilmesi" suretiyle kabul edilmesi gerekli olduğu düşünülmeden yasaya aykırı düşen bazı düşüncelerle reddedilmesi yolsuzdur.
2- Davacının, davalılardan (B)’ye karşı iki isteği vardır. (B)’nin (S)’nin mirasçısı olmak sıfatıyla sorumlu olduğu yöne ilişkin çözüm yolu yukarı bentte açıklanmıştır.
(B) ayrıca, tek başına davacıya karşı ölünceye kadar bakma ödevini de üstüne almıştır. Davalı (B) Ordu da çalışan ve işi gereği memleketin değişik yerlerinde oturan bir kişidir. Davalı ara sıra Eskişehir’e uğramakta ve bir formaliteyi yerine getirmek üzere davacıyı yoklamaktadır. Zorunlu ve isteksiz bir hatır sormaktan öteye gitmeyen bu yoklamaların taraflar arasındaki sözleşmede öngörülen "Bakma" niteliğini taşımadığı açıktır. (B)’nin babaannesi olan davacıya yükümlü olduğu bakma borcunu yerine getirmek isteğiyle yanına çağırdığı ve birlikte oturmaya davet ettiği, bu konuda istekli ve candan ve içten bir davranışta bulunduğu tespit edilmiş değildir.
1305 doğumlu olan ve yaş merdiveninin 90. basamağına tırmanmak üzere bulunan davacının yaşantısını geçirdiği Eskişehir’den ayrılmak ve torunu davalı (B)’nin peşinden diyar diyar dolaşmak güç ve arzusu olmadığı gibi kendisinden böyle bir harekette bulunmasını da isteyen yoktur. Pek çok örneği olduğu gibi davacı yakınlarının ilgisinden yoksun kalmış ve son demlerini yalnız başına yaşamağa terkedilmiş bir kişidir. Davacı "Bakılan" değil yalnızlığa "bırakılan" ve düzenlenen sözleşmeye rağmen torunundan umduğunu bulamayan yaşlı bir ninedir.
Türkiye’de ölünceye kadar bakma sözleşmesinin amacına uygun olarak işlemediği acı bir vakıadır. Bu sözleşme çok kez mirasçılardan bazılarının miras haklarından yoksun bırakmak, bazen tatlı vaatlerle yaşlı bir kimse aldatılıp kandırılarak onun maddi varlığını ele geçirmek için kullanılan bir haksızlık ve gasp aracı haline gelmiştir. Sırf bakmayı sağlamak üzere yapıldığı kabul edilen hallerde bile sözleşmeden doğan bakma borcunun yerine getirildiği görülmemiştir. Bu gün ülkemizde ana ve babasına bakan evlat, dede ve ninesine bakmak zorunluluğun duyan torun sayısı azalmıştır. Esasen yasa ve ahlâk gereği bakma yükümlüsü olduğu halde bunu yerine getirmek gereğini duymayan bir kişinin bu borcu sözleşme konusu yapması takdirinde borçlu yönünden değişen bir şey yoktur. Tersine olarak bu gibi hallerde bakılması lazım gelen kimse yalnız bakılmamakla kalmamakta, elinden malı alınmak suretiyle daha kötü bir duruma düşmektedir. Ömrü boyunca dava nedir bilmeyen bir kimse, hayatının son demlerinde ve en zor döneminde kaptırdığı malı kurtarabilmek için mahkemelik olmaktadır.
Daire, ölünceye kadar bakma müessesesinin Türkiye’deki uygulamalarını geniş çapta denetleyebilmek ve genel eğilimi gösteren bir sonuç çıkarabilmek mevkiindedir. Bu konu ile ilgili uygulamaların gerçek yönü ve nedenleri yukarıda bütün çıplaklığıyla açıklanmıştır. Daire, temelinde çok insancıl ve yararlı bir müessese olan ölünceye kadar bakma sözleşmesinin amacına ters düşen uygulamalarını önlemeye uğraşan titiz bir anlayış ve kararlı bir tutum içindedir.
Hakim delilleri takdir ederken olayın ve tarafların özelliklerini, ülke gerçeklerini gözden uzak tutmaması gereklidir. Davada, delillerin değerlendirilmesinde hakimin bu ilkelere bağlı kalmak ve yaklaşım göstermek suretiyle sonuca ulaştığını gösteren bir belirti yoktur.
Nüfus kaydına göre, davacı (A)’nın oğlu (S) ile kızı (Sa.) adında iki çocuğu vardır. Bakma sözleşmesi davacı (A) ile oğlu (S) ve torunu (B) arasında düzenlenmiştir. (Sa.)nin sözleşme konusu taşınmazlarda miras hakkı bertaraf edilmiş, davacı (A)’nın başka bir varlığı mevcut değilse adı geçenin miras payı sıfıra indirilmiştir. Bu açıklama olayda; genel çerçevenin dışına çıkmayı haklı gösterecek bir özellik mevcut olmadığını ortaya koyduğu halde, mahkemece davalı tanıklarından bir kaçının mücerret bakmadan bahis bulunan yuvarlak sözlerine dayanılarak davalı (B)’nin davacıya (nasıl, ne zaman ve ne suretle baktığı) ve (bakma olanaklarına sahip olmadığı) gözönünde tutulmadan bakma borcunun yerine getirildiği kabul edilerek davanın reddedilmesi isabetsizdir.
Kaldı ki, davacı babaanne, davalı torundur. Dede ve nineler torunlarını çok severler, onları hoş görürler, büyük bir muhabbetle bağırlarına basarlar. Davacı torunu davalı (B)ye göz kırpmadan iki taşınmazının yarı payını bağışlamıştır. Babaanne gösterdiği fedakarlık ve ilgiye karşı torunu olan davalı en küçük bir mukabelede bulunsaydı böyle bir dava açmak gereğini duymazdı.
Mahkemece delillerin değerlendirilmesinde büyük etkisi olan bu "beşeri karine"ye yer verilmeden babaannenin açtığı davanın reddedilmesi insancıl ilişkilere ve gerçeklere aykırı düşen bir kabul şeklidir.
Bu konuda daha pek çok şeyden söz edilmesi mümkündür. Hakim insana, tabiata, gerçeğe, olanağa sırt çevirmeden ve katı kalpler içinde sıkışıp kalmadan uyuşmazlığa "insan kokusu" taşıyan bir çözüm getirmek zorunluluğundadır.
Bu nitelikleri taşımayan mahkeme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle HUMK.nun 428 inci maddesi gereğince BOZULMASINA, gelen temyiz eden vekili için 1400 lira duruşma vekalet ücretinin temyiz edilenden tahsiline, peşin harcın iadesine 31.12.1976 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
KARARI YAZDIR