Taraflar arasındaki "tapu iptali ve tescil" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, Antalya 7. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne ilişkin olarak verilen karar davalı vekilinin temyizi üzerine Yargıtay 1. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
Direnme kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü:
I. YARGILAMA SÜRECİ
Davacılar İstemi:
Davacılar vekili 21.05.2010 tarihli dava dilekçesinde; davacıların mirasbırakan ...'nin ilk eşinden olma kızları, 2003 yılında vefat eden Ramazan Gülcüoğlu'nun ise oğlu olduğunu, erken yaşta ilk eşini kaybeden murisin ikinci evliliğini davalının babası ... ile yaptığını, davacıların erken yaşta evlenmeleri ve ikinci eşinin de ölümünden sonra yalnız kalan murisin davalı ile beşeri ilişkisinin daha da yoğunlaştığını, yan yana evlerde oturduklarından murisin hemen hemen bütün işlerine davalının baktığını, mirasbırakanın ise davalıya duyduğu sevgi nedeniyle öz kızlarını dışlayarak yıllardır birlikte yaşadığı davalıyı maddi ve manevi açıdan koruyup kolladığını, erkek olması nedeniyle onun otoritesini benimsediğini, bunun sonucu olarak dava konusu 6 parsel sayılı taşınmazdaki 12/36 payını satış gibi gösterip müvekkillerinden mal kaçırmak kastıyla muvazaalı şekilde davalıya temlik ettiğini, devrin gerçek bir satış olmayıp payın davalıya bağışlandığını, zira murisin tasarruf tarihinde taşınmaz satmaya ihtiyacı bulunmadığı gibi davalının da satın alacak ekonomik gücünün olmadığını ileri sürerek, davacıların miras payları oranında tapu iptali ve tescil isteğinde bulunmuştur.
Davalı Cevabı:
1. Davalı ... 20.07.2010 tarihli duruşmada; annesine babasından otuz dönüm yer düştüğünü, davacı kardeşlerinin annelerine bakamayacaklarını söyleyip, annesine bakması karşılığında bu yeri kendisine vermeyi kabul ettiklerini, gizli bir işlem yapılmadığını beyan etmiştir.
2. Davalı vekili ise 30.07.2010 tarihli dilekçesinde; temlik işleminin murisin ihtiyacı nedeniyle o tarihteki rayiç bedeli ödenerek yapıldığını, yapılan akdin tarafların gerçek iradelerine ve hukuka uygun olduğunu, davalının taşınmaz almaya yeterli maddi gücünün bulunduğunu, aradan geçen zaman ve eylemli duruma göre dava açılmasının iyi niyet kurallarına aykırı ve hakkın kötüye kullanılması niteliğinde olduğunu savunarak, davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
İlk Derece Mahkemesi Kararı:
Antalya 7. Asliye Hukuk Mahkemesinin 30.12.2011 tarihli ve 2010/248 E., 2011/547 K. sayılı kararı ile; davalının açık beyanına göre taşınmazın bakım şartı ile temlik edildiği, herhangi bir bedel ödenmediğinin sabit olduğu, 01.04.1974 tarih ve 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca satış işleminin muvazaa nedeniyle bağış işleminin ise şekle aykırılık nedeniyle geçersiz olduğu gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
Özel Daire Bozma Kararı:
Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 24.10.2013 tarihli ve 2013/8456 E., 2013/14534 K. sayılı kararı ile;
"...Somut olaya gelince; çekişme konusu payın davalıya temlikinin 1971 yılında gerçekleştirildiği, miras bırakanın öldüğü 12.03.1981 tarihinden itibaren yaklaşık 30 yıldır dava açılmadığı, her ne kadar muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı açılan davalarda zamanaşımı ve hak düşürücü süre söz konusu değil ise de; aradan bunca zaman geçtikten sonra dava açılmasının Türk Medeni Kanunu'nun 2. maddesi hükmü ile bağdaşmadığı gibi muvazaa iddiasının da kanıtlanamadığı açıktır.
Hal böyle olunca; davanın reddine karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı olduğu üzere karar verilmiş olması doğru değildir..." gerekçesi ile karar bozulmuştur.
Direnme Kararı:
Antalya 7. Asliye Hukuk Mahkemesinin 13.11.2014 tarihli ve 2014/497 E., 2014/437 K. sayılı kararında, bozmadaki gerekçelerin 01.04.1974 tarih ve 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile Yargıtay uygulamasına aykırı olduğu, muris muvazaasına dayalı davalarda zamanaşımı ve hak düşürücü sürenin bulunmadığı kabul edilmekle birlikte davanın otuz sene sonra açılmasının Türk Medeni Kanunu'nun 2 . maddesi hükmüne uygun düşmediği gerekçesinin Anayasanın 35. maddesine aykırı olduğu, bu maddeye göre mülkiyet ve miras haklarının ancak kamu yararı amacıyla kanunla sınırlandırılabileceği, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine göre de her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkının bulunduğu, İçtihadı Birleştirme Kararında zamanaşımı veya hak düşürücü süre öngörülmediği hâlde davanın uzun zaman geçtikten sonra açılmasının dürüstlük kuralları ile bağdaşmadığı görüşünün anayasal bir hak olan mülkiyet ve miras hakkını sınırlayacağı, dolayısıyla dava hakkının kötüye kullanıldığının kabul edilmeyeceği, toplanan delillere göre de davada muvazaa iddiasının sabit olduğu gerekçesiyle önceki kararda direnilmiştir.
Direnme Kararının Temyizi:
Direnme kararı süresi içinde davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
II. UYUŞMAZLIK
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı olarak açılan davalarda herhangi bir zamanaşımı ve hak düşürücü süre öngörülmediği hâlde çekişme konusu payın 25.10.1971 tarihinde davalıya temlik edildiği, mirasbırakanın ise 12.03.1981 tarihinde öldüğü ve ölüm tarihinden itibaren yaklaşık otuz yıl boyunca dava açılmadığı dikkate aldığında, aradan çok uzun zaman geçtikten sonra dava açılmış olmasının Türk Medeni Kanunu'nun 2. maddesi hükmü ile bağdaşıp bağdaşmadığı ve somut olayda mirasbırakan tarafından satış suretiyle yapılan temlikin diğer mirasçılardan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olduğu iddiasının kanıtlanıp kanıtlanamadığı noktalarında toplanmaktadır.
III. GEREKÇE
Dava, muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
Bilindiği gibi 1.4.1974 tarih ve 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında; "Bir kimsenin; mirasçısını miras hakkından yoksun etmek amacıyla, gerçekte bağışlamak istediği tapu sicilinde kayıtlı taşınmaz malı hakkında tapu sicil memuru önünde iradesini satış doğrultusunda açıklamış olduğunun gerçekleşmiş bulunması hâlinde, saklı pay sahibi olsun ya da olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçıların, görünürdeki satış sözleşmesinin Borçlar Kanununun 18. maddesine dayanarak muvazaalı olduğunu ve gizli bağış sözleşmesinin de şekil koşulundan yoksun bulunduğunu ileri sürerek dava açabileceklerine ve bu dava hakkının geçerli sözleşmeler için söz konusu olan Medeni Kanunun 507 ve 603. maddelerinin sağladığı haklara etkili olmayacağına" hükmedilmiştir.
Kanun gereğince mirasçılar, mirasbırakanın ölümü ile mirası bir bütün olarak kazanırlar (TMK m.599/1). Kanunen kendilerine intikal etmesi gereken miras hakları, mirasbırakan tarafından muvazaalı olarak yapılan sözleşme ile engellenen mirasçılar ise saklı pay sahibi olsun ya da olmasın yukarıdaki İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca sözleşmenin geçersiz olduğunu ileri sürerek iptalini isteyebilirler.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 35. maddesinde ise birbiriyle çok yakın ve ilgili olan mülkiyet hakkı ile miras hakkı birlikte düzenlenmiş ve Anayasal bir müessese olarak her iki hak da güvence altına alınmıştır. Bu hükme göre herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahip olup, bu haklar ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.
Kişiye bir eşya üzerinde en geniş yetkileri sağlayan aynî hak, mülkiyet hakkıdır. Aynî haklar, eşya üzerinde doğrudan hakimiyet sağlayan ve bu nedenle herkese karşı ileri sürülebilen mutlak haklardır. Bu nedenle bir eşyanın maliki, hukuk düzeninin çizdiği sınırlar içinde o eşya üzerinde dilediği gibi kullanma, yararlanma ve tasarrufta bulunma yetkisine sahip kılınmıştır TMK m.683/1).
Türk Medeni Kanunu'nda, ayni haklara ilişkin olarak zamanaşımı ve hak düşürücü süre belirlenmiş değildir. Bu durum, aynî haklardan fiilen yararlanılmaması hâlinde hakkın düşmeyeceğini gösterdiği gibi aynî hakkın herkese karşı ileri sürülmesini sağlayan talep ve davaların da zamanaşımına uğramayacağını ifade eder. Aynî haklar, yasal kısıtlama yok ise nitelikleri gereği her zaman ve herkese karşı ileri sürülebileceğinden, mülkiyet hakkından kaynaklanan muris muvazaasına dayalı davaların da zamanaşımı ve hak düşürücü süreye bağlı olmaksızın her zaman açılabileceği kuşkusuzdur.
Nitekim, bu hususta Özel Daire ile mahkeme arasında bir uyuşmazlık bulunmadığı gibi Hukuk Genel Kurulunun 06.05.2015 tarih ve 2013/1-2302 E., 2015/1313 K. sayılı kararı ile 04.11.2015 tarih ve 2014/1-560 E., 2015/2371 K. sayılı kararında da herhangi bir zamanaşımı ve hak düşürücü süre öngörülmediğinden muris muvazaasına ilişkin davaların her zaman açılabileceği, esasen geçersiz olan görünürdeki işlemin aradan zaman geçmesi ile geçerli hale gelmeyeceği vurgulanmıştır.
Yasal olarak dava açma hakkını kısıtlayan herhangi bir zamanaşımı ya da hak düşürücü süre bulunmamasına karşın, murisin ölümünden uzun zaman geçtikten sonra dava açılmış olması nedeniyle dava hakkının kötüye kullanılıp kullanılmadığı hususuna gelince, belirtmek gerekir ki bütün hakların kullanılmasında uyulması gereken temel kural, TMK'nın 2. maddesinde düzenleme altına alınmıştır. Bu maddeye göre; "Herkes, haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uymak zorundadır. Bir hakkın açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeni korumaz".
Aralarında sıkı bir bağ bulunan "Dürüstlük Kuralı" ve "Hakkın Kötüye Kullanılması Yasağı" ile hakların kullanılmasına genel bir sınırlama getirilmiştir. Yasanın emredici hükmü gereğince herkes haklarını dürüstçe kullanmalıdır. Dürüstlük kuralı, bir davranış kuralı olarak sadece hakların kullanılmasında değil, borçların ifası sırasında da uyulması gerekli bir kuraldır. Hukuk düzeni tarafından tanınmış bir hakkın amacına aykırı olarak kullanılması dürüstlük kuralı ile bağdaşmaz ve böylece o hak kötüye kullanılmış olur.
Bir hakkın kötüye kullanılıp kullanılmadığı ise her olayın kendi şartları içinde değerlendirilmelidir.
Dürüstlük kuralı ve buna bağlı hakkın kötüye kullanılması yasağı, hukukun her alanında daima dikkate alınması gereken bir temel hukuk ilkesi olmakla beraber karşılaşılan her hukuki uyuşmazlığın bu ilkeden yola çıkılarak çözülmeye çalışılması da doğru bir yaklaşım değildir. Nitekim, Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 25.01.1984 tarih ve 1983/3 E., 1984/1 K. sayılı Kararında, TMK'nın 2. maddesinde düzenlenen hakkın kötüye kullanılması yasağının amacı, hâkime özel ve istisnai hâllerde (adalete uygun düşecek şekilde) hüküm verme olanağını sağlamak şeklinde açıklanmıştır. Anılan kararda, bir hakkın kullanılmasının açıkça adaletsizlik oluşturduğu, gerçek hakkın tanınması ve bireyin korunması için tüm hukuki yolların kapalı olduğu hâllerde, bu hükmün uygulama alanı bulacağı ve olağan üstü bir imkân sağlayarak, haksızlığı düzeltici, yasadaki kuralları tamamlayıcı fonksiyonunu yerine getireceği ifade edilmiştir.
2709 sayılı Anayasa'nın 36. maddesi uyarınca herkes, yargı mercileri önünde hak arama özgürlüğüne sahip olup, bu özgürlüğün en yaygın kullanılma şekli dava açma hakkıdır. Anayasa'nın 13. maddesine göre de temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasa'nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir.
Her hak gibi dava açma hakkı da kötüye kullanılabilir. Ne var ki, somut olayda Anayasa tarafından güvence altına alınan ve ayni hak niteliğinde olduğu için her zaman herkese karşı ileri sürülebilen mülkiyet hakkına dayalı olarak dava açılmıştır. Bu nedenle kanunun kişiye tanıdığı mutlak bir hakkın aradan uzun süre geçtikten sonra ileri sürülmüş olması, dava hakkının kötüye kullanılması olarak değerlendirilemez.
Hukuk Genel Kurulunun az yukarıda esas ve karar numarası belirtilen kararlarında da uyuşmazlık konusu olması nedeniyle dava hakkının kötüye kullanılıp kullanılmadığı hususu tartışılmış ve aynı sonuca ulaşılmıştır.
Tüm bunlar dışında uyuşmazlığın çözümü için davalıya satış suretiyle yapılan temlikin diğer mirasçılardan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olduğu iddiasının kanıtlanıp kanıtlanamadığı hususunun da açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.
1.4.1974 gün ve 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı, mirasbırakanın tapulu taşınmazlarının temliklerinde yaptığı muvazaalı işlemlere ilişkin olup, muris muvazaasını öteki nispi muvazaalardan ayıran unsur, mirasçıları aldatmak amacıyla yapılmasıdır. Daha açık bir anlatımla, bu muvazaa türünde mirasbırakan, mirasçısını miras hakkından yoksun bırakmak amacıyla, gerçekte bağışlamak istediği tapuda kayıtlı taşınmaz malı hakkında tapu memuru önünde iradesini satış veya ölünceye kadar bakma akdi şeklinde açıklamaktadır.
Bu nedenle mirasbırakanın muvazaalı işlemi yaparken gerçek irade ve amacı, mirasçılarından mal kaçırmak olmalıdır. Murisin mirasçılarından mal kaçırma amacının bulunmaması hâlinde 1.4.1974 tarih ve 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının uygulama olanağı bulunmamaktadır.
Muris muvazaasına dayalı olarak açılan davalarda ispat yükü ise muvazaanın varlığını iddia eden tarafa aittir. Gerek 4721 sayılı TMK'nın 6. maddesindeki "Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür" hükmü ve gerekse 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun 190/1. maddesindeki "İspat yükü, kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir" hükmü uyarınca, mirasbırakanın yaptığı temlikteki gerçek irade ve amacının mirasçıdan mal kaçırmak olduğunu, bu hususu ileri süren davacı taraf kanıtlamalıdır.
Diğer bir anlatımla, muris muvazaası davalarında mirasbırakan tarafından yapılan temlikin muvazaalı ve terekeden mal kaçırma amacıyla yapıldığını ispat yükü davacı tarafa aittir.
Davayı açan mirasçılar, mirasbırakan ile davalı arasındaki sözleşmenin dışında olduklarından üçüncü kişi konumundadırlar. Bu nedenle iddialarını tanık dahil olmak üzere her türlü delille kanıtlamaları mümkündür.
Ancak bu tür uyuşmazlıkların sağlıklı, adil ve doğru bir çözüme ulaştırılabilmesi davalıya yapılan temlikin gerçek yönünün, diğer bir söyleyişle mirasbırakanın asıl irade ve amacının duraksamaya yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkarılmasına bağlıdır. Bir iç sorun olan ve gizlenen gerçek irade ve amacın tespiti ve aydınlığa kavuşturulması ise genellikle zor olduğundan bu yöndeki delillerin eksiksiz toplanılması yanında, birlikte ve doğru şekilde değerlendirilmesi de büyük önem taşınmaktadır. Bunun için de ülke ve yörenin gelenek ve görenekleri, toplumsal eğilimleri, olayların olağan akışı, mirasbırakanın sözleşmeyi yapmakta haklı ve makul bir nedeninin bulunup bulunmadığı, davalı yanın alış gücünün olup olmadığı, satış bedeli ile sözleşme tarihindeki gerçek değer arasındaki fark, taraflar ile mirasbırakan arasındaki beşeri ilişki gibi olgulardan yararlanılmasında zorunluluk vardır.
Tüm bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere, muris muvazaasına ilişkin davaların niteliği gereğince taraflarca sunulan delillerin, her somut olayın özelliğine göre az yukarıda açıklanan objektif olgulardan da yararlanılarak bir bütün olarak değerlendirilmesi ve sonuca ulaşılması gerekmektedir.
Somut olaya gelindiğinde; 1900 doğumlu olan muris ... 12.03.1981 tarihinde ölmüş olup, geride ilk eşi Mustafa'dan olma kızları davacılar ... ve ... ile 12.11.2003 tarihinde ölen oğlu Ramazan Gülcüoğlu ve ikinci eşi Halil'den olma oğlu ... mirasçı olarak kalmışladır. Eldeki dava ilk eşinden olma kızları tarafından açılmıştır. Dava konusu 6 parsel sayılı taşınmaz ise murisin ikinci eşi ...'nin zilyet ve tasarrufunda iken onun ölümü nedeniyle 12/36 payı ... adına, kalan paylar da çocukları adına tespit edilmiştir. Yapılan bu kadastro tespitine itiraz edilmiş ise de Antalya Tapulama Mahkemesince itiraz reddedilmiş ve taşınmaz tespit tutanağında gösterilen paylarla tescil edilmiştir. Mirasbırakan bu şekilde adına tescil edilen 12/36 payını, 25.10.1971 tarihinde ikinci eşi Halil'den olma oğlu (davalı) ...'ye satış suretiyle devretmiştir.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, davalının 20.07.2010 tarihli beyanı ile yapılan temlikin bedelsiz olduğu açıktır. Davacı tanık beyanlarından ise mirasbırakanın kendisine ait evde oturduğu, bakımıyla sadece davalı oğlu Ali'nin değil ilk eşinden olma oğlu Ramazan'ın da ilgilendiği, hatta ileri yaşta kalp hastası olan murisi oğlu Ramazan'ın kendi evine götürerek orada baktığı ve en sonunda onun yanında vefat ettiği anlaşılmaktadır. Dosya kapsamına göre mirasbırakanın dava konusu taşınmaz dışında çok sayıdaki başka taşınmazda da payı bulunmaktadır. Kendi evinde oturan ve başka taşınmazları olan murisin, yaşının ilerlediği bir dönemde taşınmaz satmasını gerektirir nitelikte büyük bir ihtiyaç ya da haklı bir nedenin bulunduğu ileri sürülüp kanıtlanmamıştır. Tüm bu olgularla birlikte, davacı kızların erken yaşta evlenip evden ayrıldıkları, aynı köyde oturan murisle davalı oğlunun ise daha yakın bir ilişki içinde oldukları, dava konusu taşınmaz payının da murise davalının babası olan ikinci eşinden kaldığı ve murisin sağlığında dahi davalı tarafından kullanıldığı hususları bir arada değerlendirildiğinde; mirasbırakanın daha çok paylaşımda bulunduğu davalı oğlunu üstün tutarak, diğer mirasçılarından mal kaçırmak kastıyla taşınmazdaki payını bedelsiz ve muvazaalı olarak davalıya devrettiğini göstermektedir.
Bu durumda, yerel mahkemece dava hakkının kötüye kullanılmadığı, mirasbırakan tarafından yapılan temlikin de mirasçıdan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olduğunun kanıtlandığı gerekçesiyle verilen direnme kararı yasal düzenleme ve ilkelere uygun olup, yerindedir.
Hâl böyle olunca, usul ve yasaya uygun bulunan direnme kararının onanmasına karar verilmiştir.
IV. SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
Davalı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile direnme kararının ONANMASINA,
Aşağıda dökümü yazılı (20.625,68) harcın temyiz edenden alınmasına,
6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nun 440. maddesi uyarınca kararın tebliğ tarihinden itibaren on beş gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 23.09.2020 tarihinde oy birliği ile karar verildi.