Taraflar arasındaki “manevi tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda Kayseri 2. İş Mahkemesince davanın reddine dair verilen 06.11.2014 tarihli ve 2013/528 E., 2014/676 K. sayılı kararın davacı vekili tarafından temyizi üzerine, Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin 24.02.2015 tarihli ve 2014/26293 E., 2015/3440 K. sayılı kararı ile;
“…Dava, meslek hastalığı iddiası ile davacı olan sigortalının manevi tazminat istemine ilişkindir.
Mahkemece, Dairemizin 03/04/2013 tarihli, 2013/4243 Esas ve 2013/6550 Karar sayılı bozma ilamına uyulmasına karar verilmiş olup, bozma ilamı uyarınca davacının meslek hastalığı iddiası ile uğradığı maluliyetin tespiti amacı ile Sosyal Güvenlik Kurumu'na sevki üzerine Kocatepe Sağlık Sosyal Güvenlik Merkezi tarafından düzenlenen 31/07/2014 tarihli rapor ile "davacı sigortalıda kurşun etkilenmesine bağlı organ fonksiyon bozukluğu veya kalıcı sekel bulgusu mevcut olmadığına, bileteral hafif karpal tünel sendromu hastalığının mesleki olmadığına, adı geçenin mesleki hastalığının bulunmadığına" ilişkin değerlendirme yapıldığı tespit edilmiş; ilgili rapor üzerine mahkemesince 23/09/2014 tarihli celsede verilen "1" nolu ara karar ile "davacı vekiline müvekkili ile görüşüp gerektiğinde dava açmak üzere 1 aylık kesin süre verilmesine" ifadesi kullanılarak usulüne uygun olmayacak şekilde kesin süre ihtaratı yapıldığı, 06/11/2014 tarihli celsede ise kesin süreye uyulmayıp, meslek hastalığının tespiti için Sosyal Güvenlik Kurumu'na karşı dava açılmadığından bahisle davanın ispatlanamaması nedeni ile davanın reddine karar verildiği anlaşılmıştır.
Anayasa'nın 141/son ve HMK'nın 30.maddesine göre davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması yargının görevidir. Medeni usul hukukunun amacı yargı önüne gelen dava ve taleplerin hukuka uygun bir biçimde karara bağlanmasını sağlamak olduğundan 5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu ve 01.10.2011 tarihinde yürürlüğü giren 6100 sayılı HMK'da yargılamanın makul süre içinde ve düzenli bir biçimde yürütülmesini sağlamaya yönelik hükümler bulunmaktadır.
HMK'da yargılamanın makul süre içinde ve düzenli bir biçimde yürütülmesini sağlamaya yönelik hükümlerin medeni usul hukukunun sağlıklı ve adil bir yargılama yapılması ve hüküm kurulması amacına uygun olarak yorumlanması gerekir. Aksine düşünce biçimin (şeklin) işin esasından (özünden) üstün tutulması sonucunu doğurur ki bu halde - biçim, maddi hukukun tanıdığı hakkın elde edilmesinin önünde engel oluşturur. Biçim, maddi hakka uluşmaya yardımcı bir araç olmaktan çıkarılıp araç haline getirilmemelidir. 5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu ve 01.10.2011 tarihinde yürürlüğü giren 6100 sayılı HMK'da yargılamanın makul süre içinde ve düzenli bir biçimde yürütülmesini sağlamaya yönelik hükümlerinin amaçlanın aksine yargılamanın uzun sürmesi ve gereksiz gider yapılmasına neden olacak biçimde uygulanmaması gerekir.
İster kanun, isterse hakim tarafından tayin edilmiş olsun kesin süre içerisinde yerine getirilmeyen bir işlemin bu süre geçtikten sonra yerine getirilmesine yasal olanak yoktur. Böylece kesin sürenin kaçırılması; o delile veya hakka dayanamamak gibi ağır sonuçları birlikte getirmekte, bazen davanın kaybedilmesine dahi neden olmaktadır. Bu itibarla geciken adaletin de bir adaletsizlik olduğu düşüncesinden hareketle, davaların yok yere uzamasını veya uzatılmak istenmesini engellemek üzere konan kesin süre kuralı, kanunun amacına uygun olarak kullanılmalı, davanın reddi için bir araç sayılmamalıdır. Öncelikle, kesin süreye ilişkin ara karar her türlü yanlış anlaşılmayı önleyecek biçimde açık ve eksiksiz yazılmalı, yapılacak işler teker teker belirtilmelidir. Bunun yanında verilen süre yeterli, emredilen işler, gerekli ve yapılabilir nitelik taşımalı, ayrıca hakim süreye uyulmamanın sonuçlarını açıkca anlatmalı, tarafları uyarmalıdır. Öte yandan, kesin süre tarafların yanında hakimi de bağlayacağından uyulmaması halinde gereği hakim tarafından hemen yerine getirilmelidir.
Somut olayda ise , davacı sigortalıda meslek hastalığı bulunmadığına ilişkin Sosyal Güvenlik Sağlık Kurulu kararı üzerine, mahkemenin 23/09/2014 tarihli celsenin "1" nolu ara kararı ile verdiği kesin sürenin usulüne uygun olmadığı anlaşılmaktadır. Şöyle ki, niçin kesin süre verildiği ve uyulmadığı taktirde yaptırımının ne olacağı açıkça ve ayrıntılı şekilde taraflara bildirilmemiş, taraflar bu hususta uyarılmamıştır. Yine verilen kesin sürede yapılması gerekenler kesinlik arzedecek şekilde bildirilmemiş, ara kararda "gerektiğinde dava açmak üzere" ibaresi kullanılmak suretiyle şartlı ve belirsiz bir anlatıma başvurulmuş olup, mevcut hali ile kesin süre ihtarının usulüne uygun olmadığı açıktır.
Mahkemenin yukarıda açıklanan maddi ve hukuki esaslar ile uyulmasına karar verilen bozma ilamında belirtilen hususlar doğrultusunda yapılacak yargılama ile davacı tarafa meslek hastalığının tespti davası açmasını sağlamak için usulüne uygun şekilde yapılacak kesin süre ihtarı üzerine süresinde dava açıldığı taktirde bu davadan elde edilecek sonuca göre; aksi halde usulüne uygun kesin süre ihtarına rağmen davanın açılmaması, dolayısı ile iddianın kanıtlanamaması nedeniyle işbu davanın reddi yönünde karar vermesi gerekirken, yazılı şekilde usulsüz kesin süre ihtarına uyulmamasından bahisle davanın reddine karar vermesi usul ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir.
O halde, davacı vekilinin bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır. …” gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, manevi tazminat istemine ilişkindir.
Davacı vekili, müvekkilinin davalının işyerine ait çinko oksit geri kazanım tesisinin erçin bölümünde arıtmacı olarak çalıştığını, bu çalışması sırasında kronik kurşun zehirlenmesi nedeniyle hastalandığını, bu hastalıktan dolayı uzun süre tedavi süreci yaşadığını ve hâlen düzenli olarak kontrole gitmek zorunda kaldığını, çinko oksit geri kazanım ünitesindeki tüm çalışanların aynı kurşun ve diğer ağır metal etkilenmelerine bağlı hastalığı yaşamış olmasının olayın bireysel kusurdan değil, işverenin iş sağlığı ve güvenliği kurallarına uygun olmayan şekilde yapılandırılmasından kaynaklandığını gösterdiğini, tesiste hammadde olarak tehlikeli atık niteliğindeki demir çelik fabrikalarının baca tozlarının işlenmekte olmasının da kendi başına önemli bir etken olduğunu, müvekkilinin uzun ve yorucu tedavi sürecine katlanmak zorunda kaldığını, hastalığının tedavi edilip edilmeyeceği konusunda kendisinde ve ailesinde var olan endişelerden dolayı devamlı stres altında yaşadığını ileri sürerek 4.000,00TL manevi tazminatın hastaneye sevk tarihi olan 22.11.2011’den itibaren işleyecek yasal faizi ile davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı vekili, davacının tazminat talebinin bir dayanağının bulunmadığını savunarak, davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
İhbar olunan vekili, davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.
Yerel Mahkemece, davanın kabulü ile, davacının 4.000,00TL manevi tazminat talebinin hastaneye sevk tarihi olan 22.11.2011 tarihinden itibaren işletilecek yasal faiziyle birlikte davalıdan alınarak davacıya verilmesine karar verilmiştir.
Hükmün davalı vekili temyizi üzerine,
Özel Dairece, “…Somut olayda; yukarıda açıklanan yasal düzenlemeye aykırı olarak Sağlık Bakanlığı Ankara Meslek Hastalıkları Hastanesi Sağlık Kurulunun raporu esas alınarak karar verilmesi isabetsiz olmuş ve davacının maruz kaldığı meslek hastalığının meydana gelmesinde davacının ve davalının kusur oranlarının hiçbir kuşkuya yer bırakmadan iş güvenliği uzmanlarından oluşan 3 kişilik bilirkişi heyetinden alınan rapor ile bilirkişi kurulu raporu sonucuna göre karar verilmesi gerekirken bu yönde bir kusur raporu aldırılmadan karar verilmesi de doğru olmamıştır.
Yapılacak iş; Bu durumda sigortalı yararına hükmedilecek manevi tazminat miktarını doğrudan etkilemesi nedeniyle işçide oluşan sürekli iş göremezlik oranının 5510 sayılı Yasa'daki düzenlemeye uygun olarak hiçbir kuşku ve duraksamaya yer vermeksizin saptanması ve iş güvenliği uzmanlarından oluşan 3 kişilik bilirkişi heyetinden oluşan bilirkişi kurulundan rapor alınarak çıkacak sonuca göre yeniden bir karar vermekten ibarettir…” gerekçesiyle hükmün davacı yararına bozulmasına karar verilmiştir.
Mahkemece, Özel Daire bozma kararına uyularak yapılan yargılama sonucunda, davacıya meslek hastalığının tespiti için dava açmak üzere kesin süre verilmiş ancak davacı tarafın bir aylık kesin sürenin gereğini yerine getirmediği, SGK tespitine itirazın dava suretiyle yapılması gerektiği, davacının süresinde meslek hastalığı konusunda davayı açmadığı, Yargıtay bozma ilâmı gereklerinin yerine getirilmediği, davanın ispatlanamadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Davacı vekilinin temyizi üzerine mahkemece verilen bu ikinci karar da Özel Dairece yukarıda başlık bölümünde açıklanan gerekçelerle bozulmuştur.
Yerel Mahkemece, önceki gerekçeler ve yargılamada usul kurallarının işlemekte olduğu, tüm usul hükümlerinin zapta geçirilmesinin gerekmediği, bunun dışında bir işlem için bir tarafın süre talep etmeyip diyeceklerini süre beklemeden hemen dile getirmesi durumunda genel olarak iki hafta gibi inceleme, tanık bildirme, itiraz gibi süresi olmasına rağmen süreyi beklemek gerekmediği, taraf süreden kendisi feragat etmiş ise kanuni sonucunu biliyor anlamına geleceği, davacı tarafın bunu bilmesine ve aradan uzun zaman geçmesine rağmen bozma sonrası yeniden süre talep etmesinin davayı uzatmaya matuf olduğu gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, somut olayda manevi tazminat şartlarının oluşup oluşmadığının tespiti için Yerel Mahkemece araştırma yapılmasının gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.
Manevi tazminat, zarar görenin kişilik değerlerinde iradesi dışında meydana gelen manevi zararın giderilmesidir ( Eren, F.: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, İstanbul 2008, s.745).
Bu giderim, zarara verenden bir miktar paranın alınarak zarar görene ödenmesi ile sağlanır. Meslek hastalığı veya iş kazasından kaynaklanan manevi zarar giderimi, iş sağlığı ve güvenliği önlemlerini alma borcuna aykırı davranarak meslek hastalığı veya iş kazasına neden olan işverenden manevi tazminat adı altında bir miktar paranın alınarak iş kazasına uğrayan sigortalıya ve yakınlarına veya bu nedenle yaşamını yitiren sigortalının hak sahiplerine ödenmesi şeklinde gerçekleşir. Böylece, zarar görenin kişilik değerlerine yapılan saldırı sonucu uğradığı manevi zarar, duyulan acı ve üzüntüler dindirilmiş veya hafifletilmiş, rahatlama duygusu verilerek ruhsal denge sağlanmış olur ( Güneren, A.: İş Kazası ve Meslek Hastalığından Kaynaklanan Maddi ve Manevi Tazminat Davaları, 3. Bası, Ankara 2018, s.1378).
Mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu (BK) 'nun “Manevi tazminat” başlıklı 47. maddesinde;
“Hakim, hususi halleri nazara alarak cismani zarara düçar olan kimseye yahut adam öldüğü takdirde ölünün ailesine manevi zarar namiyle adalete muvafık tazminat verilmesine karar verebilir” düzenlemesine yer verilmiştir.
Öte yandan 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu (TBK)'nun “Manevi tazminat” başlıklı 56. maddesi;
“Hâkim, bir kimsenin bedensel bütünlüğünün zedelenmesi durumunda, olayın özelliklerini göz önünde tutarak, zarar görene uygun bir miktar paranın manevi tazminat olarak ödenmesine karar verebilir.
Ağır bedensel zarar veya ölüm hâlinde, zarar görenin veya ölenin yakınlarına da manevi tazminat olarak uygun bir miktar paranın ödenmesine karar verilebilir” düzenlemesini içermektedir.
Görüldüğü üzere, uğranılan zararın tazmini amacıyla manevi tazminat istemi için her iki maddenin de aradığı unsurlar, bir kimsenin vücut bütünlüğüne yönelik ve şahsiyet haklarına aykırı tecavüzün bulunması, vücut bütünlüğünün ihlalinden dolayı acı, elem ve ızdırap doğmuş olması ve hukuka aykırı eylem ile zarar arasında uygun illiyet bağının bulunmalıdır.
İşveren de kanunlarda ve hizmet sözleşmesinde belirtilen işçisine karşı olan gözetim sorumluluğuna aykırı davranması nedeniyle işçinin vücut bütünlüğünün zedelenmesi halinde işçinin manevi zararını gidermekle yükümlüdür.
Gerçekten de hizmet sözleşmesinden kaynaklanan iş ilişkisi işçi yönünden işverene içten bağlılık (sadakat borcu), işveren yönünden işçiyi korumak ve gözetmek borcu şeklinde ortaya çıkar. İşçi, işverenin işi ve işyeri ile ilgili çıkarlarını korumak, çıkarlarına zarar verebilecek davranışlardan kaçınmak, buna karşı işveren de işçinin kişiliğine saygı göstermek, işçiyi korumak, iş yeri tehlikelerinden zarar görmemesi için iş sağlığı ve güvenliği önlemlerini almak, işçinin özlük hakları ve diğer maddi çıkarlarının gerektirdiği uygun bildirimlerde ve davranışlarda bulunmak, işçinin çıkarına aykırı davranışlardan kaçınmakla yükümlüdür. İşveren gözetme borcu gereği çalıştırdığı işçileri iş yerinde meydana gelen tehlikelerden korumak, onların yaşam, bedensel ve ruhsal sağlık bütünlüklerini korumak için iş yerinde teknik ve tıbbi önlemler dahil olmak üzere bilimsel ve teknolojik gelişmelerin gerekli kıldığı tüm önlemleri almak zorundadır.
İşverenin işçisini gözetme borcu 818 sayılı mülga BK’nın 332. maddesinin birinci fıkrasında;
"İş sahibi, aktin özel hâlleri ve işin mahiyeti noktasından hakkaniyet dairesinde kendisinden istenebileceği derecede çalışmak dolayısıyla maruz kaldığı tehlikelere karşı icap eden tedbirleri ittihaza ve münasip ve sıhhi çalışma mahalleri ile işçi ile birlikte ikamet etmekte ise sıhhi yatacak bir yer tedarikine mecburdur." şeklinde düzenlenmiştir.
03.2003 tarihli 4857 sayılı İş Kanunu’nun "İşverenlerin ve İşçilerin Yükümlülükleri" kenar başlıklı 77’nci maddesinin birinci fıkrasında da benzer bir düzenlemeye yer verilmiştir. Bu fıkraya göre işverenler işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü önlemi almak, araç ve gereçleri noksansız bulundurmak, işçiler de iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınan her türlü önleme uymakla yükümlüdürler.
Nitekim mevzuatta bulunan bir kısım boşluklar bu kez kanun koyucu tarafından 30.06.2012 tarihli 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu ile doldurulmaya çalışılmıştır. İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’nun 37. maddesiyle 4857 sayılı Kanun’un 77. ve devamı bir kısım maddeler yürürlükten kaldırılarak, iş sağlığı ve güvenliği konusunda yeni düzenlemeler getirilmiştir. 6331 sayılı Kanun ile işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması ve mevcut sağlık ve güvenlik şartlarının iyileştirilmesi için işveren ve çalışanların görev, yetki, sorumluluk, hak ve yükümlülüklerinin düzenlemesi amaçlanmıştır.
Bunun yanında 6331 sayılı Kanun’a paralel olarak, 818 sayılı BK’nın 332’nci maddesi gelişen teknoloji ve diğer veriler gözetilerek revize edilmiş ve 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı TBK’nın 417. maddesi düzenlemiştir. 417. maddenin ikinci fıkrası;
“İşveren, iş yerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü önlemi almak, araç ve gereçleri noksansız bulundurmak; işçiler de iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınan her türlü önleme uymakla yükümlüdür.” şeklinde düzenlenmiştir.
Yukarıda değinilen kanun maddeleri ile işverenin hizmet sözleşmesinden kaynaklanan işçiyi gözetme borcunun kapsamı belirlenmiştir. İşveren kanundan ve hizmet sözleşmesinden doğan işçiyi gözetme yükümlülüğünü yerine getirmediği takdirde işçi bedensel ve ruhsal bir zarar uğrarsa bu durumda işveren bu zararı gidermekle yükümlü olacaktır.
Yeri gelmişken belirtilmelidir ki, davaların biran önce ve kısa zamanda sonuçlanmasındaki menfaatler, tarafların yapacakları usul muameleleri hakkında bir sürenin tayinini zaruri kılmıştır (Üstündağ, S.: Medeni Yargılama Hukuku, 7. Baskı, İstanbul 2000, s. 436). Böylece taraflar öngörülebilir ve önceden belirlenmiş belli süreler içerisinde gerekli işlemleri yapacaklar bu süre içerisinde işlemlerin yapılmaması halinde yargılamanın nasıl bir seyir izleyeceğini de bileceklerdir (Arslan, R./Yılmaz, E./Ayvaz, S./Hanağası, E.: Medeni Usul Hukuku, 4. Baskı, Ankara 2018, s. 172).
Mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu (HUMK) ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu (HMK)'nda öngörülen süreler nitelikleri bakımından taraflar için ve mahkemeler için konulmuş süreler olmak üzere ikiye ayrılır.
Mahkemeler için öngörülen sürelerin, taraflar için öngörülen sürelerden farkı ise sürenin geçirilmiş olmasının, o sürede yapılması öngörülen işlemin yapılma olanağını ortadan kaldırmamasıdır. Başka bir deyişle hâkim gecikmeli de olsa süreye bağlanmış olan işlemi yapabilir. Dolayısıyla gecikmeli de olsa yapılan işlem, oluşturulan karar hukuken geçerlidir ve süresinde yapılmış gibi hukuki sonuç doğurur.
Sürelerin önemli bir kısmı, taraflar için konulmuş sürelerdir. Taraflar bu süreler içinde belli işlemleri yapabilirler veya yapmaları gerekir. Bu süre içinde yapılamayan işlemler tekrar yapılamaz ve süreyi kaçıran taraf aleyhine sonuç doğurur. Taraflar için konulmuş süreler ise kanunda belirtilen süreler ve hâkim tarafından belirlenen süreler olmak üzere ikiye ayrılır.
Hâkim tarafından verilen sürelerin mahiyeti HMK’nın 90. vd. maddelerinde düzenlenmiştir. Buna göre hâkim tarafından bir işlemin belli bir süre içerisinde yapılması için bir tarafa veya taraflara süre verilebilir. Hâkimin tespit ettiği süreler ise kural olarak kesin değildir. Ancak, hâkim kendi tayin ettiği sürenin kesin olduğuna da karar verebilir (Kuru, B.: Hukuk Muhakemeleri Usulü, 6.Baskı, yıl: 2001, C. V, s. 5437). Özellikle makul sürede yargılanma hakkının ihlal edilmemesi ve usul ekonomisi ilkesinin zedelenmemesi için, mahkemenin kesin süre vererek taraftan yapmasını beklediği işlemin yargılamanın yürütülmesi için gerekli olması zorunludur.
Bununla birlikte bir işlemin yapılması gerekli olmadığı halde hâkim tarafa kesin süre vererek işlemi yapmasını istemiş ve taraf yapmamışsa; tarafın hak kaybına uğramayacağı da kabul edilmelidir ( Özçelik, V.: Medeni Usul Hukukunda Hâkimin Verdiği Kesin Süre, TBBD, S: 129, 2017, s. 144). Diğer bir ifadeyle hâkim tarafından verilen kesin sürenin verilmesine gerek yoksa veya verilecek kesin süre hakkın ortaya çıkmasını engellemeyecekse bu durumda hâkimin kesin süre vermesi bir hak kaybına sebebiyet vermeyecektir.
Bu durumda işçinin manevi tazminata hak kazanabilmesi için işverenin işçisini gözetme borcuna aykırı davranması nedeniyle hastalanması ve bu nedenle bir süre raporlu kalması yeterli olup ayrıca hastalığın meslek hastalığı olduğunun tespitine yönelik bir karar alınması gerekli değildir. Bu nedenle mahkemece manevi tazminata hak kazanılabilmesi için hastalığın meslek hastalığından kaynaklandığına dair karar alınması için kesin süre vermesi gerekli değildir. Mahkemece kesin süre verilmiş olsa dahi meslek hastalığı olduğunun tespiti davası açılmamasının manevi tazminat hakkının ortaya çıkmasını engellemeyeceği de açıktır.
Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde, davacının 30.06.2010 tarihinden itibaren “çinko oksit geri kazanım” işiyle iştigal eden davalı işveren nezdinde erçin bölümünde arıtmacı olarak çalışmaya başladığı, işveren tarafından yaptırılan kan testi sonucu kanında yüksek oranda kurşun bulunduğunun tespit edildiği, iş yerinde maruz kaldığı kurşun ve birleşenlerinin toksit etkisi nedeniyle 23.11.2011-29.11.2011 ile 09.03.2012-15.03.2012 tarihleri arasında Ankara Meslek Hastalıkları Hastanesinde yatışının yapıldığı ve iş göremezlik belgesi düzenlendiği, dava açıldıktan sonra 21.07.2014 tarihinde alınan “Meslekte Kazanma Gücü Kaybı Oranı (Sürekli İş Göremezlik Derecesi) Tespitine İlişkin Sağlık Kurulu Kararı”nda ise ...’da kurşun etkilenmesine bağlı organ fonksiyon bozukluğu veya kalıcı sekel bulgu mevcut olmadığına, bu nedenle meslek hastalığı bulunmadığına karar verildiği, mahkemece alınan kusur raporunda ise davacının kanında yüksek oranda kurşun etkisi nedeniyle davalı işverenin %90 oranında kusurlu olduğunun tespit edildiği anlaşılmaktadır.
Her ne kadar Yerel Mahkemece davacının süresinde meslek hastalığı konusunda dava açmadığı, Yargıtay bozma ilamı gereklerini yerine getirmediği ve davanın ispatlanamadığı gerekçesiyle direnme kararı verilip dava reddedilmiş ise de, dosya içerisinde mahkemece alınan bilirkişi raporunda davalı işverenin %90, davacının %10 oranında kusurlu olduğunun belirtilmiş olmasına göre, davacı vekiline meslek hastalığı bakımından dava açması için süre verilmesine gerek olmadığı gözetilmek suretiyle davanın esasına girilerek yukarıda açıklanan ilkeler doğrultusunda mevcut durum ve olgulara göre manevi tazminat şartlarının oluşup oluşmadığı değerlendirilip varılacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekir.
Bu nedenle direnme kararının bu değişik gerekçe ile bozulması gerekmiştir.
S O N U Ç:
Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarıda açıklanan bu değişik gerekçe ve nedenlerden dolayı 6100 sayılı HMK'nın Geçici 3’üncü maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı HUMK'nın 429’uncu maddesi gereğince BOZULMASINA, istek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana iadesine, karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere 28.02.2019 tarihinde oy birliğiyle ile kesin olarak karar verildi.