Özet:
- Dava, trafik kazası sonucu ölüm nedeni ile uğranılan maddi ve manevi zararın ödetilmesi istemine ilişkindir.
- Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; kamu görevlisi davalı polis memurunun gerçekleştirdiği trafik kazasının davalı kamu görevlisinin hizmet kusurundan mı, yoksa kişisel kusurundan mı kaynaklandığı, varılacak sonuca göre adli yargı yerinde açılan maddi ve manevi tazminat davasında husumetin kamu görevlisine yöneltilip yöneltilemeyeceği noktasında toplanmaktadır.
- Olay değerlendirildiğinde; 09.09.2003 günü saat 08: 30 sıralarında davalı İbrahim’in görevinden dolayı sevk ve idaresindeki otomobil ile Şişli istikametinden Mecidiyeköy istikametine doğru seyrini sürdürürken olay mahalline geldiğinde seyir yönüne göre sol taraftan kaplamaya giriş yapıp sağ tarafa doğru geçmek isteyen davacıların murisi yaya Harun’a idaresindeki vasıtanın sol ön kesimi ile çarpması sonucu meydana gelen olay nedeniyle kusurlu davranışı ile murislerinin ölümüne sebebiyet verdiği iddiasıyla polis memuru olan araç şoförü ile İçişleri Bakanlığını hasım göstererek davacıların eldeki tazminat davasını açtıkları anlaşılmaktadır.
- Adli Tıp Kurumu Trafik İhtisas Dairesinin raporuna göre; davalının tali kusurlu, davacıların murisinin ise olayda asli kusurlu olduğu, ayrıca sürücü davalı İbrahim hakkında ‘tedbirsizlik ve dikkatsizlik sonucu ölüme sebebiyet vermek’ suçundan kamu davası açıldığı, yapılan yargılama sonucunda verilen kararın temyizi üzerine Yargıtay 9. Ceza Dairesinin 04.02.2008 gün ve 2007/5482 esas, 2008/626 karar sayılı kararı ile de, “sanığın görevi sırasında atılı sucu işlediğinin iddia edilmiş olması karşısında 4483 sayılı Yasa hükümleri uyarınca soruşturma izni için durma kararı verilmesi gerektiğinin gözetilmemesi” gerekçesiyle hükmün bozulmasına karar verildiği anlaşılmaktadır.
- Davacıların bu iddiası, içerikçe davalı İçişleri Bakanlığında polis memuru olarak çalışan, görevi sırasında ve görevini ifa ederken işlediği bir kusura ve bu kusurun niteliği itibariyle de kamu görevlisinin ihmaline dayanmaktadır.
- Hal böyle olunca, davalının görevi dışında kalan kişisel kusuruna dayanılmamasına, dikkatsizlik ve tedbirsizliğe dayalı da olsa eylemin görev sırasında ve görevle ilgili olmasına ve hizmet kusuru niteliğinde bulunmasına göre, eldeki davada husumet, kamu görevlisine değil, idareye düşmektedir.
(...1-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı kanıtlarla yasaya uygun gerektirici nedenlere, özellikle delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik görülmemesine göre davalı İçişleri Bakanlığı’nın temyiz itirazları reddedilmelidir.
2-Davalı İbrahim Büyüközel’in temyizine gelince:
Dava, trafik kazası sonucu ölüm nedeni ile uğranılan maddi ve manevi zararın ödetilmesi istemine ilişkindir. Yerel mahkemece, istemin bir bölümü kabul edilmiş; karar, davalılar tarafından temyiz edilmiştir.
Davacılar, 09/09/2003 tarihinde meydana gelen trafik kazası neticesinde destekleri Harun Bektaş’ın vefat ettiğini belirterek maddi ve manevi tazminat istemişlerdir.
Davalılar ise istemin reddi gerektiğini savunmuşlardır.
Yerel mahkeme, 18/09/2008 ve 20/04/2010 tarihli kusur ve hesaba ilişkin bilirkişi raporlarını hükme esas alarak her iki davalı yönünden davanın kısmen kabulüne karar vermiştir.
Kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken veya görevlerini yaparken kişilere zarar vermesi ilgili kamu kurumunun hizmet kusurunu oluşturur. Bu durumda sorumlu, kamu görevlisinin emrinde çalışmakta olduğu kamu kurumu olup dava o kurum aleyhine açılmalıdır. (T.C. Anayasası 40/III, 129/V, 657 Sy. K.13, HGK 2011/4-592 E., 2012/25 K.) Bu konuda yasal düzenlemeler emredici hükümler içermektedir. Diğer yandan Sorumluluk Hukukunun temel ilkeleri açısından bakıldığında da bu şekilde düzenlemenin mevzuatta yer almış olması zarar görenin zararının karşılanması yönünde önemli bir teminattır.
Davalı İçişleri Bakanlığı’nın temyiz itirazlarının yukarıda (1) nolu bentte açıklanan nedenle reddi ile hükmün buna ilişkin bölümünün onanmasına, temyiz olunan kararın (2) nolu bentte açıklanan nedenle davalı İbrahim Büyüközel yararına bozulmasına...)
gerekçesiyle oyçokluğuyla bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
TEMYİZ EDEN : Davalı İçişleri Bakanlığı vekili ve davalı İbrahim Büyüközel
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve direnme kararının verildiği tarih itibariyle 1086 sayılı HUMK’nun 2494 sayılı Kanun ile değişik 438/II. fıkrası hükmü gereğince davalı İbrahim Büyüközel’in duruşma isteğinin reddine karar verilip dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, trafik kazası sonucu ölüm nedeni ile uğranılan maddi ve manevi zararın ödetilmesi istemine ilişkindir.
Mahkemece, istem kısmen kabul edilmiş; davalıların temyizi üzerine karar Özel Dairece, yukarıda başlık bölümünde açıklanan gerekçeyle bozulmuş; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Direnme kararını, davalılar temyize getirmiştir.
I-Davalı İbrahim Büyüksel vekilinin temyiz istemi yönünden yapılan incelemede;
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; kamu görevlisi davalı polis memurunun gerçekleştirdiği trafik kazasının davalı kamu görevlisinin hizmet kusurundan mı, yoksa kişisel kusurundan mı kaynaklandığı, varılacak sonuca göre adli yargı yerinde açılan maddi ve manevi tazminat davasında husumetin kamu görevlisine yöneltilip yöneltilemeyeceği noktasında toplanmaktadır.
Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle, kamu görevlilerinin eylemleri nedeniyle oluşan zararlardan devletin sorumluluğuna ilişkin yasal düzenleme, kavram ve kurumlar irdelenmelidir:
Kamu görevlisi, 5237 sayılı TCK’nın 6. maddesinin 1. fıkrasının (c) bendinde; “kamusal faaliyetin yürütülmesine atama veya seçilme yoluyla ya da herhangi bir surette sürekli, süreli veya geçici olarak katılan kişi” olarak tanımlanmıştır. Bu tanıma göre, kişinin kamu görevlisi sayılması için aranacak yegane ölçüt, gördüğü işin bir kamusal faaliyet olmasıdır.
Kamusal faaliyette anılan madde gerekçesinde; “Anayasa ve kanunlarda belirlenmiş olan usullere göre verilmiş olan bir siyasal kararla, bir hizmetin kamu adına yürütülmesidir” şeklinde tanımlanmıştır.
657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 4. maddesinin 1. fıkrasında, “Kamu hizmetlerinin; memurlar, sözleşmeli personel, geçici personel ve işçiler eliyle gördürülür” hükmü yer almaktadır. Aynı maddenin (D) bendinde ise; “işçiler: (A), (B) ve (C) fıkralarında belirtilenler dışında kalan ve ilgili mevzuatı gereğince tahsis edilen sürekli işçi kadrolarında belirsiz süreli iş sözleşmeleriyle çalıştırılan sürekli işçiler ile mevsimlik veya kampanya işlerinde ya da orman yangınıyla mücadele hizmetlerinde ilgili mevzuatına göre geçici iş pozisyonlarında altı aydan az olmak üzere belirli süreli iş sözleşmeleriyle çalıştırılan geçici işçilerdir.” şeklinde tanımlanmıştır.
Kamu personelinin mali sorumluluğuna ilişkin düzenlemelere baktığımızda ise;
2709 sayılı T.C.Anayasasının; “Temel Hak ve Hürriyetlerin Korunması” başlıklı 40. maddesinde:
“Anayasa ile temel hak ve hürriyetleri ihlal edilen herkes, yetkili makama geciktirilmeden başvurma imkanının sağlanmasını isteme hakkına sahiptir.
Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır.
Kişinin, resmi görevliler tarafından vaki haksız işlemler sonucu uğradığı zarar da, kanuna göre, Devletçe tazmin edilir. Devletin sorumlu olan ilgili görevliye rücu hakkı saklıdır.”
düzenlemesi yer almaktadır.
İdareye karşı yargı yolunu düzenleyen “Yargı Yolu” başlıklı 125. maddesinin birinci fıkrasının ilk cümlesinde: “İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır.”; maddenin son fıkrası uyarınca “İdare, kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlüdür.” Kamu görevlilerinin görev ve sorumluluklarını düzenleyen 129. maddesinin; birinci fıkrasında: “Memurlar ve diğer kamu görevlileri Anayasa ve kanunlara sadık kalarak faaliyette bulunmakla yükümlüdürler.” beşinci fıkrasında: “Memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davaları, kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve kanunun gösterdiği şekil ve şartlara uygun olarak, ancak idare aleyhine açılabilir.” hükümleri yer almaktadır.
Anayasanın anılan maddeleri ile memur ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken kusurlu davrandıklarından bahisle haklı ya da haksız olarak yargı mercileri önüne çıkarılmasını önlemek, kamu hizmetinin sekteye uğratılmadan yürütülmesini sağlamak ve aynı zamanda zarara uğrayan kişi yönünden de memur veya diğer kamu görevlisine oranla ödeme gücü daha yüksek olan Devleti muhatap almak suretiyle kamu düzenini korumak amaçlanmaktadır.
Nitekim, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 14.09.1983 gün 1980/4-1714 E., 1983/803 K. sayılı kararında da Anayasa’nın 129/5. maddesinin konuluş amacı tartışılmış; “T.C.Anayasası’nın zararın doğumuna neden olan eylem ve davranışlarla, buna bağlı hukuki sorumluluğu hiçbir zaman ortadan kaldırmadığı; aksine, zarar görenler açısından daha güvenli sayılması gereken Devletin sorumluluğu ilkesini getirdiği…” ifade edilerek aynı sonuca varılmıştır.
Bu anayasal hükümlere paralel düzenleme 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun, 12.05.1982 tarih ve 2670 sayılı Kanun'un 6. maddesi ile değişik, 13. maddesinde yer almaktadır.
657 sayılı Kanunun “Kişilerin Uğradıkları Zararlar” başlıklı 13. maddesinin, 06.06.1990 tarih ve 3657 sayılı Kanun'un 1. maddesiyle değişik, birinci fıkrasında:
“Kişiler kamu hukukuna tabi görevlerle ilgili olarak uğradıkları zararlardan dolayı bu görevleri yerine getiren personel aleyhine değil, ilgili kurum aleyhine dava açarlar. Ancak, Devlet dairelerine tevdi veya bu dairelerce tahsil veya muhafaza edilen para ve para hükmündeki değerli kağıtların ilgili personel tarafından zimmete geçirilmesi halinde, zimmete geçirilen miktar, cezai takibat sonucu beklenmeden Hazine tarafından hak sahibine ödenir. Kurumun, genel hükümlere göre sorumlu personele rücu hakkı saklıdır.”
Hükmü öngörülmüştür.
Anayasa’nın 129/5. maddesinin uygulama yasası olan 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 13. maddesinin gerekçesinde;
“Bu madde, kamu hukukuna tabi görevler bakımından idare edilenlere verilecek zararlar konusundaki sorumluluğu düzenlemektedir.
Maddedeki teminat iki açıdan incelenmelidir;
Her şeyden önce, idare edilenler lehine bir teminat mevcuttur. İdare edilenler, kamu hukukuna tabi görevler dolayısıyla kendilerine verilmiş olan zararlarda, doğrudan doğruya görev sahibi kurum aleyhine dava açabilecekler ve böylece asıl ödeme kabiliyeti olan bir davalı bulmuş olacaklardır. Aksi takdirde, özellikle büyük zararlar bakımından, davayı kazansalar bile, ödeme kabiliyeti olmayan bir memurla karşı karşıya kalmaları mümkündür. Halbuki maddedeki şekliyle, her zaman için karşılarında ödeme kabiliyetine sahip bir kurum bulabileceklerdir.
İkinci teminat; memur, daha doğrusu ‘Kamu hukukuna tabi hizmetlerle görevli personel’ bakımındandır. Bu gibi personel, görevlerini yerine getirirken, daimi bir tazminat tehdidi altında kalmayacaklar ve dolayısıyla kamu hizmetlerinin çok ağır görülmesi gibi bir sakıncayla karşılaşılmayacaktır. Ancak, daimi olarak ve ilk elden dava tehdidi altında bulunmamak, memurların tamamıyla sorumsuz hareket edebilecekleri şeklinde anlaşılmamalıdır. Bu madde ile memur, mütemadiyen mahkemelerde kendi aleyhine açılmış davalarla uğraşmaktan korunmuştur ama, görevleri dolayısıyla idareye vermiş olduğu zararlardan ötürü idareye karşı olan sorumluluğu devam etmektedir....” ifadeleri yer almaktadır.
Görülmektedir ki, Anayasa’nın 40/3, 125/son, 129/5. maddeleri ile uygulamanın çerçevesi net olarak çizilmiş; “memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davalarının, ancak rücu edilmek şartı ile idare aleyhine açılabileceği” açıkça ifade edilmiştir.
Uyuşmazlığın çözümünde Anayasa’nın 129/5. maddesinde yer alan “yetkilerini kullanırken işledikleri kusur” ifadesinden ne anlaşılması gerektiğinin belirlenmesi önem taşımaktadır ki, bu noktada “kusur” ile ilgili açıklama yapılmasında yarar vardır:
Kusurun kanunlarımızda tanımı yapılmamıştır. Uygulama ve öğretide kabul görmüş tanıma göre; kusur, hukuk düzenince kınanabilen davranıştır. Kınamanın nedeni, başka türlü davranma olanağı varken ve zorunlu iken, bu şekilde davranılmayarak, bu tarzdan sapılmış olmasıdır. Kısacası; kusur, genel tanımıyla, hukuk düzeni tarafından bir davranış tarzının kınanması olup; bu kınama, o davranışın belirli koşullar altında bireylerden beklenen ortalama hareket tarzından sapmış olmasından kaynaklanır.
Yine, öğreti ve uygulamadaki hakim görüşe göre, sorumluluk hukuku açısından kusurun, kast ve ihmal (taksir) olmak üzere ikiye ayrıldığı kabul edilmektedir. Bu bağlamda, kast hukuka aykırı sonucun bilerek ve isteyerek meydana getirilmesi; ihmal ise, hukuka aykırı sonucu istememekle birlikte, böyle bir sonucun önlenmesi için gerekli önlemlerin alınmaması ve gereken özenin gösterilmemesidir.
İdare hukuku ilkeleri çerçevesinde olaya bakıldığında ise, bir kamu görevlisinin görev sırasında, hizmet araçlarını kullanarak yaptığı eylem ve işlemlerine ilişkin kişisel kusurunun, kasti suç niteliği taşısa bile hizmet kusuru oluşturacağı ve bu nedenle açılacak davaların ancak idare aleyhine açılabileceği bilinen ilkelerindendir (Danıştay 10. Daire T. 20.04.1989 gün ve 1988/1042 E., 1989/857 K. sayılı ilamı).
Yeri gelmişken “yetkilerini kullanırken” ve “bu görevleri yerine getiren personel” kavramlarıyla amaçlarının ne olduğu üzerinde durulmalıdır:
Devletin sorumluluğunun diğer bir şartı da, zararın, memur ve diğer bir kamu görevlisi tarafından “görevini yerine getirirken” ve “görevle ilgili yetkilerini kullanırken” gerçekleştirilmiş olmasıdır.
Şu halde “görevin ifası” “yetkinin kullanılması” ile gerçekleşen zarar arasında işlevsel (görevsel) bir bağ bulunmalı; zarar, kamu görevi (kamu yetkisi) yerine getirilirken, bu görev ve yetki nedeni ile doğmuş olmalıdır.
Memur ve diğer resmi görevlilerinin kamu görevlisi sıfat ve kapasiteleri dışında özel bir kişi olarak, özel hukuk hükümlerine göre, özel işlerini yaparken üçüncü kişilere verdikleri zarardan doğrudan doğruya kendileri sorumludur (Fikret Eren, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, 12. Bası, İstanbul 2010, s. 590 vd.). Diğer bir deyişle, bir kamu hizmetinin görülmesi sırasında, Devlet memurunun veya ajanının hizmet kusuru sayılabilecek bir tasarruf veya eylemi nedeniyle üçüncü kişiler zarar görürlerse, olay adli kazanın görev alanı dışında kalır; idare aleyhine idari yargı merciinde tam yargı davası açılmalıdır (Tekinay Borçlar Hukuku Genel Hükümler, Tekinay/Akman/Burcuoğlu/Altop, 7. Bası, İstanbul 1993, s. 504- 505).
Tüm bu açıklamalar göstermektedir ki, kişilerin uğradığı zararla, zarara sebebiyet veren kamu personelinin yürüttüğü görev arasında herhangi bir ilişki kurulabiliyorsa, ortada görevle ilgili bir durum var demektir ve bu tür davranışlar kasten veya ihmalen işlenmesine bakılmaksızın, kamu personelinin hizmetten ayrılamayan kişisel kusurları olarak ortaya çıkmakta ve bu husus, 657 sayılı Kanunun 13. maddesindeki “kişilerin kamu hukukuna tabi görevlerle ilgili olarak uğradıkları zararlar” ibaresinde ifadesini bulmaktadır.
Diğer taraftan, Anayasa’nın 129/5. maddesinde “kusur” şartından bahsedildiğine göre yetkisini kullanan memurun veya kamu görevlisinin işlediği eylemin kasten mi yoksa ihmalen mi gerçekleştirildiğine bakılmaksızın bu eylemlerinden doğan davaların ancak idare aleyhine açılması gerektiğinin kabulü zorunludur.
Nitekim, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 01.02.2012 gün ve 2011/4-592 esas, 2012/25 karar; 25.12.2012 gün ve 2013/4-419 esas, 2013/1690 karar; 26.02.2014 gün ve 2013/4-579 esas, 2014/155 karar; 19.11.2014 gün ve 2013/4-1120 esas, 2014/922 karar sayılı sayılı ilamlarında da aynı ilkeler kabul edilmiştir.
Bu ilkeler ışığında somut olay değerlendirildiğinde; 09.09.2003 günü saat 08: 30 sıralarında davalı İbrahim Büyüközel’in görevinden dolayı sevk ve idaresindeki 34 A 6301 plaka sayılı otomobil ile Şişli istikametinden Mecidiyeköy istikametine doğru seyrini sürdürürken olay mahalline geldiğinde seyir yönüne göre sol taraftan kaplamaya giriş yapıp sağ tarafa doğru geçmek isteyen davacıların murisi yaya Harun Bektaş’a idaresindeki vasıtanın sol ön kesimi ile çarpması sonucu meydana gelen olay nedeniyle kusurlu davranışı ile murislerinin ölümüne sebebiyet verdiği iddiasıyla polis memuru olan araç şoförü ile İçişleri Bakanlığını hasım göstererek davacıların eldeki tazminat davasını açtıkları anlaşılmaktadır.
Adli Tıp Kurumu Trafik İhtisas Dairesinin raporuna göre; davalının tali kusurlu, davacıların murisinin ise olayda asli kusurlu olduğu, ayrıca sürücü davalı İbrahim Büyüközel hakkında ‘tedbirsizlik ve dikkatsizlik sonucu ölüme sebebiyet vermek’ suçundan kamu davası açıldığı, yapılan yargılama sonucunda verilen kararın temyizi üzerine Yargıtay 9. Ceza Dairesinin 04.02.2008 gün ve 2007/5482 esas, 2008/626 karar sayılı kararı ile de, “sanığın görevi sırasında atılı sucu işlediğinin iddia edilmiş olması karşısında 4483 sayılı Yasa hükümleri uyarınca soruşturma izni için durma kararı verilmesi gerektiğinin gözetilmemesi” gerekçesiyle hükmün bozulmasına karar verildiği anlaşılmaktadır.
Davacıların bu iddiası, içerikçe davalı İçişleri Bakanlığında polis memuru olarak çalışan, görevi sırasında ve görevini ifa ederken işlediği bir kusura ve bu kusurun niteliği itibariyle de kamu görevlisinin ihmaline dayanmaktadır.
Hal böyle olunca, davalının görevi dışında kalan kişisel kusuruna dayanılmamasına, dikkatsizlik ve tedbirsizliğe dayalı da olsa eylemin görev sırasında ve görevle ilgili olmasına ve hizmet kusuru niteliğinde bulunmasına göre, eldeki davada husumet, kamu görevlisine değil, idareye düşmektedir.
II-Davalılardan İçişleri Bakanlığı vekilinin temyiz isteminin incelenmesinde;
Davalı İçişleri Bakanlığı hakkında açılan davanın yerel mahkemece kısmen kabulüne dair verilen kararın yukarıda başlık bölümünde açıklanan gerekçeyle Özel Daire tarafından onanması ve davalı İçişleri Bakanlığı’nın karar düzeltme isteminin de reddine karar verilerek adı geçen davalı yönünden karar kesinleştiğinden Bakanlığın direnme kararını temyizinde hukuki yararı bulunmamaktadır.
Bu nedenle davalı İçişleri Bakanlığının temyiz isteminin reddine karar verilmelidir.
Görüşmeler sırasında bir kısım üyeler tarafından; davalı araç şoförünün olayda kişisel ve hizmetten ayrılabilen kusuruna dayanıldığı ileri sürülerek yerel mahkeme direnme kararının onanması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de, bu görüş yukarıda belirtilen nedenlerle Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir.
Yukarıda açıklanan nedenlerle, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ : 1-Yukarıda (II) numaralı bentte açıklanan davalı İçişleri Bakanlığı vekilinin direnme kararını temyizde hukuki yararı bulunmadığından temyiz isteminin REDDİNE, 18.02.2015 gününde yapılan birinci görüşmede oybirliğiyle,
2-Yukarıda (I) numaralı bentte açıklanan nedenlerle, davalı İbrahim Büyüközel’in temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanun'un 30. maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici Madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, 25.02.2015 gününde yapılan ikinci görüşmede oyçokluğuyla karar verildi.
KARŞI OY
Hükme esas alınan Adli Tıp Kurumu Trafik İhtisas Dairesi’nin 18.09.2008 tarihli raporunda; davalı sürücü İbrahim Büyüközel’in, diğer davalı Kuruma ait araç ile seyir halinde iken, yolu karşıdan karşıya geçmek isteyen yayaya ikazda bulunmadığı, karşıdan karşıya geçmek için yola giriş yapan yayayı gördüğünde fren tatbik etmiş ise de, 13 m. fren tatbikinin akabinde yaya çarpması neticesinde meydana gelen olayda, dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı hareketleriyle %25 oranında tali kusurlu olduğu, davacıların desteği müteveffa yaya Harun Bektaş’ın, araç trafiğini kontrol etmeden ve yaklaşan aracın hız ve mesafesini dikkate almadan kaplamaya giriş yapıp yolu karşıdan karşıya geçmek isterken ilk geçiş hakkı bırakmadığı davalı sürücü yönetimindeki vasıtanın çarpmasına maruz kalmasıyla neticelenen olayda, dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı hareketiyle %75 oranında asli kusurlu olduğu belirlenmiştir. Diğer taraftan anılan rapordaki kusur oranı ile ceza mahkemesince alınan 28.09.2004 tarihli rapordaki kusur oranının paralellik arz ettiği de görülmektedir.
Belirtmelidir ki, trafik kazası sonucunda bir kimsenin yaralanmasına veya ölümüne neden olunması, ona karşı işlenmiş bir haksız fiil niteliğindedir.
Mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu (BK)'nun “haksız işlemlerden doğan borçlar”ı düzenleyen 41.(TBK'nin 49.) maddesinde haksız fiil; “Gerek kasten, gerek ihmal ve kayıtsızlık yahut tedbirsizlik ile haksız surette diğer kimseye bir zarar ika eden şahıs, o zararın tazminine mecburdur” şeklinde tanımlanmıştır.
Dava konusu olay, 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu(KTK)'nda yer alan düzenlemelere aykırı davranış nedeniyle meydana gelen zararın ödetilmesi istemine ilişkindir. Davalı İdare, adı geçen kanun hükümlerine göre işleten konumundadır. Aynı Yasa'nın 106. maddesinde genel ve katma bütçeli daireler ile özel idare, belediye ve iktisadi kamu teşebbüslerine ait motorlu araçların neden oldukları zararlardan dolayı bu yasanın hukuki sorumluluğa ilişkin düzenlemelerinin uygulanacağı belirlenmiştir. İşletenin hukuki sorumluluğunu düzenleyen 85 ve izleyen maddelerinde ise motorlu araçların trafik kurallarına aykırı davranışları nedeni ile doğan zararlardan gerçek ve özel kişiler ile kamu tüzel kişileri ayrımı yapılmaksızın aynı sorumluluk kurallarına bağlı olmaları öngörülmüştür.
Diğer yandan 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu(KTK), işleten ile sürücünün sorumluluklarını düzenlemiş ve bu sorumluluğun müteselsil sorumluluk olduğunu belirlemiştir. Nitekim KTK'nin 110. maddesi; “işleteni veya sahibi Devlet ve diğer kamu kuruluşları olan araçların sebebiyet verdiği zararlara ilişkin olanları dahil bu kanundan doğan sorumluluk davaları adli yargıda görülür. Zarar görenin kamu görevlisi olması, bu fıkra hükmünün uygulanmasını önlemez” hükmünü öngörmüştür.
KTK'de tanımlanan karayolu şeridi üzerindeki araç trafiğinden kaynaklanan sorumlulukların özel hukuk alanına girdiği, idare tarafından kamu gücünden kaynaklanan bir yetkinin kullanılması söz konusu olmadığı, ceza kanunu veya diğer kanunlarda suç olarak öngörülen bir fiilin işlenmesi durumunda kamu görevlilerinin sorumluluklarını üstlenmeleri gerektiği açıktır.
2918 sayılı Karayolları Trafik Yasası'nın bu düzenlemeleri karşısında, kamu araçlarının verdikleri zararlardan dolayı idare, kamu hukuku kurallarına göre değil, "işleten" sıfatıyla özel hukuk kurallarına göre sorumlu tutulmalıdır.
Somut olayda davalı sürücünün eylemlerinin bir bütün halinde hizmet kusuruna bağlı olmaksızın şahsi kusur ve özen borcunun gereği gibi yerine getirilmemesinden kaynaklanan bir dava olduğu anlaşılmaktadır. Gerek öğretide gerekse yargısal kararlarda personelin kişisel eylem ve davranışları idari eylem ve işlem sayılmamış, kişisel kusura dayanan davaların inceleme yerinin Adli Yargı yeri olduğu kabul edilmiştir. (Tekinay-Akman-Burcuoğu-Altop Borçlar Hukuku Genel hükümleri 1988 baskı, sh.681, Cüneyt Ozansoy-Tarihsel ve Kuramsal Açıdan İdarenin Kusurundan Doğan Sorumluluğu, Doktora Tezi 1989 sh.330 vd.)
Şu halde, yukarıda açıklanan maddi ve hukuki olgular gözetilerek yerel mahkemenin davanın kabulüne ilişkin kararının onanması gerektiği düşüncesindeyiz.
kaynak: (www.corpus.com.tr)